3 Kasım 2014 Pazartesi

Allah’ın Denemesi ve Bilmesinin Anlamı

Allah’ın Denemesi ve Bilmesinin Anlamı
Mesela  Allah, Kur’ân-ı Kerîm’İn Muhammed  sûresinde (31) “ Sizin içinizden  İslâmî çizgide uğraşı verenleri ve  sabredenleri bilinceye kadar elbette deneyeceğiz…” buyurmakta; iradeli olarak  ameller yapmamız gereği ve önemine vurgu yapmaktadır..
EEEE
Âl-i İmran sûresinde(142) ise  “Allah sizin içinizden  cihad edenlerinizi  bilmeden ve sabredenlerinizi  de bilmeden Cennet’e gireceğinizi mi zannettiniz?” şeklinde ifadeler kullanmakta, amelsiz beklentilerimizi  yererek hür seçimli  amellere yönlendirmektedir. 
EEEeeeeeeEEee
Allah, değişik sûrelerde ayrıca Müminleri, Kendisinden korkanları ve Kendisine  ve elçilerine  yardım edecekleri de bilmek istediğini vs. açıklamaktadır.(Âl-i İmran 140;Mâide 94;Hadid 25)
E daha ne

Kur’ânın bütünü içinden bakıldığında bu “denemek ve bilmek için” ifadelerinin anlamı, insanlar gibi Allah’ın da insanların gelecekte ne yapacaklarını bilemeyeceği değildir.
haydaaaaaaaa

Kur’ân’da yarattığı herşeyi bildiğini ve planlayarak yarattığını açıklayan Allah’ın mezkur âyetlerde deneyerek öğrenmeye muhtaç olduğu yargısına varmak  Kur’ân’ın bütünlüğünden sapmak  ve onunla  çelişmektir. 
hadiiiiiii e o zaman o kadar eeeeee/ayet nolacak?

Anılan âyetlerin mânası, Allah’ın yargılamasının bizim amellerimizin bilgisine dayalı olarak yapılacağı gerçeğini  pekiştirmektir. 
EEeeeeee yine eeee ye döndük

Ana mesaj budur, çünkü bu gerçekten kopmak , -Allah korusun- bütün Peygamberleri ve İlâhî Kitapları yalanlamaktır. Allah’ı insanları   yapmadıkları ile cezalandıracak bir zalim olarak nitelemektir.
Eeee o zaman niye haydaaaaaa hadiii dedirttin?

kendi içinde çelişen bir yazı
Kuranda levh-i mahfuz ile alakali tahmini 9 ayet geçiyor
13:39 -Allah dilediğini imha eder, dilediğini de yerinde bırakır. Ana kitap O'nun katındadır.
43:4 -Gerçekten o bizim nezdimizde bulunan ana kitapta mevcut yüce ve hikmet dolu bir kitaptır.
50:4 -Fakat biz toprağın onlardan neyi eksilttiğini elbette biliyoruz. Yanımızda herşeyi kaydedip muhafaza eden bir kitap vardır.
57:22 -Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki biz onu yaratmadan önce, bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu Allah'a göre kolaydır.
80:13 -O, değerli sahifelerdedir.
80:14 -Yüksek tutulan tertemiz sahifelerde.
80:15 -Yazıcıların ellerindedir,
80:16 -Değerli, iyi yazıcıların.
85:22 -Levh-i Mahfuz'dadır.
U
13/39 ummu el kitâbi geçiyor konu ile alakası yok
36- Kendilerine bu vahyi bahşettiklerimiz sana indirdiklerimizden dolayı mutlu olurlar. Fakat öteki gruplardan kimileri onun bir kısmını inkâr ediyorlar.
Onlara söyle: “Ben ancak Allah için çalışıp, O’na ibadet etmekle ve O’na ortak koşmamakla emrolundum. Ben O’na çağırıyorum, dönüşüm de O’nadır.”
37- Biz bu Kur’an’ı Arapça bir bilgelik kaynağı olarak indirdik. İyi dinle: Eğer sen, sana vahiyle gelen bu bilgiden sonra onların keyiflerine uyacak olursan, Allah’ın dostluğu ve koruması biter.
38- Aç kulağını: Biz senden önce de peygamberler gönderdik. Onlara da eşler ve çocuklar verdik. Allah’ın izni olmadan her hangi bir ayet getirmek hiç bir peygamberin haddine değildir. Her dönemin bir kitabı vardır.
39- Allah bunlardan uygun gördüğünü siler, uygun gördüğünü sürdürür. Çünkü kitabın ana kaynağı O’nun ka-
tindadır.

43/4 ummi el kitâbi geçiyor konu ile alakasız
Hâ, Mîm.
O ayan beyan konuşan Kitap'a yemin olsun ki,Biz onu akıl erdiresiniz diye Arapça bir Kur'an yaptık.Ve o, bizim katımızdaki ana Kitap'ta çok yüce, çok hikmetlidir.
Siz, haddi aşanlardan/zulme sapanlardan oluşan bir toplumsunuz diye, o zikri/Kur'an'ı sizden uzak mı tutalım?

50-4 hafıza kitaptan bahsediliyorkitâbun hafîzun konuyla alakası yok

80/13 ila 16 kurandan bahsediyor, zikredilecek bir kitaptan bahsediliyor hatta 11. ayetten başlıyor konu KONUYLA ALAKASI YOK


U U U

1 Kasım 2014 Cumartesi

HAYDAAA SİFİL NE DİYOR KURANDA GEÇERSE DELİL OLMAZ MIŞ

HAYDAA  SİFİL
İ
İ


Kader iki şekilde olur
birisi: bir şey için çizilmiş sınırdır, yani konulan ölçü, her şeyin hayır yada şer olarak bulunduğu şekil üzere olmasıdır, yani çünkü Allahu teala ölçü koyduğu için hayrıda şerride yaratan odur, hayrın ölçüsünüde Allah koyar, şerrin ölçüsünüde Allah koyar. dolayısıyla kader o ölçüdür
biz her şeyi bir kadere göre yarattık ayetini delil olarak almış imamı maturidi
birinci manası budur diyor, ölçü ve ayeti kerimeyide delil olarak getiriyor.
ikincisi her şeyin belli bir mekanda belli bir zamanda olması demektir, o da bir ölçü olmuş oluyor, ayeti gelecek zaten, ..........
.................
ömer nasuhi bilmen şöyle diyor
kaderin Allahu teala tarafından ezelden belirlenmiş bir ölçü olduğunu, zamanı geldiğinde meydana geleceğini söylüyor, ondan sonra şöyle diyor ki, hangi mümkün bir şeydir ki Allahu teala takdir ettiği halde vücuda gelmesin, ve hangi şeydir ki Hak teala dilemediği halde vücuda gelebilsin
bu inancın kuranı kerimden veya hadisi şeriflerden herhangi bir delili yok
yani önceden insanların fiillerinin cenabı Hak tarafından belirlenmiş olduğu, sonra o belirlenmiş olan fiillerin belirli zamanlarda meydana gelmiş olduğu şeklinde herhangi bir kitap veya sünnete dayalı delil yok.
işte dikkat ettiğiniz gibi imamı maturidinin de kendisinin böyle bir görüşü yok ama maturidi mezhebi bu şekilde algılanıyor.
tamam




İmamı maturidinin ehli sünnet vel cemaat itikadı çerçevesinde kitaplarda kaydedilmiş, kader meselesi hakkında kitaplarda kaydedilmiş ve bize kadar gelmiş hususlara uymayan yada abdülaziz beyin kader anlayışına uyan bir anlayışta olduğunu söylemek mümkün değil 1
esasen abdulaziz beyin tevilat ve ehlisünnet ile ilgili gözden kaçırdığı bir şey var, tevhilat ve ehli sünne imam maturidinin
bu tevilat ehli sünneden değil kitabı tevhidden 2
tamam genel olarak söylüyorum
imamı maturidinin ayetler hakkında ehlisünnet ulemanın tevillerini mümkün olduğunca toplayıp vermek üzere kaleme aldığı bir eserdir. eserin adından da bu belli zaten
dolayısıyla bu eserdeki her görüş imamı maturidinin değildir 3
hatta onuda bi konuşalım bu şeyle ilgili hz ibrahim ile ilgili bakara ayetini onu da konuşalım
onada sıra gelecek
imamı maturidinin tevhidde de tevilatta da kaner konusunda söyledikleri ehli sünnet ulemanın söylediklerinden
farklı değil farklı olması da mümkün değil 4
bi şey daha söyliyelim
ben onun için arapçasını koydum, kitabın kendisin koydum ki, kendi kafamdan konuşmadığım anlaşılmış olsun
şimdi kitabı tevhidden bir alıntı yapabilirsiniz, bende yaparım ama bu koskoca 500 sayfalık bir kitapta imamı maturidinin kader hakkındaki görüşü bir paragraftan ibarettire indirgenemez 5
isterseniz bu spekülasyonla vakit geçirmeyelim 6
zaten belli malum
bir şey daha var
ezel meselesi kuranı kerimde geçmez, ıstılahlaşmış şekliyle kader kavramı kuranı kerimde geçmez
eee
bütün bunlar söz konusu olan meselelerin kurana aykırı yada uygun olduğuna bir delil teşkil etmez,
yani bir mesele kuranda geçmiyor ise, gayri muteberdir, gayri meşrudur, gayri makbuldür gibi bir anlayış varsa bu doğru değil, 7 bu bütün ilimlerin temelini yıkar götürür, 8 o zaman size kuranı kerimin kuranı kerim olduğunu bana kuran dışı bir delille ispat et denildiğinde kalırsınız 9
kuranı kerimin kuranı kerim olduğuna Allah kelamı olduğuna kuran dışı bir delil getirmek zorundasınız, bu sizi akliyata götürecek mecburen 10
ee kuranı kerimin kendi içinden kuranı kerime bir delil getirilmez bu mantık hatası olur, bir şey kendisine delil olmaz
dolayısıyla biri çıksa deseki kuranın falan ayeti .... kuranı sokuldu, kurandan çıkartıldı, verecek cevabınız olmaz. 11
onun için akliyat ile nakliyatı birlikte götürmek lazım
evet kuran merkezli götürelim buna itirazım yok
ama kuran merkezli götürürken de bütün kurani tabirlere, ıstılahlara, kavramlara siz kendinizce uygun gelen, kendi uygun gördüğünüz anlamları yükleyemezsiniz
burada bir konsensüs oluşması lazım
o size göre bir kuran anlayışı olur o zaman
yani hiç bir delile gerek yok
abdulaziz bey kader diye bir şey yok, kader ölçüdür diyor, tek başına böyle bir iddiası var,
benim hiç bir nassi delilim olmazsa, aklım da bu işlere ermezse derim ki bu sana göre böyledir hocam
bu kadar bin yıl içerisinde, bu kadar insan gelmiş bir kader tarifi yapmış, onlar öyle diyor, sende böyle diyorsun, buda senin tarifindir saygı duyarım. derim.
bundan ileriye gidemeyiz yani.




Bayındır hoca sırf kendi kafamdan söylemiyorum, imam böyle diyor diyebilmek için
konuyu öz bir şekilde anlatmak varken
bir kaç defa dinlemeden ne demek istemediği anlaşılmayan bir konuşma yapıyor.
hiç de tamam değil

1. SAPTIRMA
Bayındır hocanın okuduğu paragraf imamı maturidinin görüşüne uymaz diyemediği için abdulaziz hocanın görüşüne uymaz diyor.
BAYINDIR HOCA KENDİ GÖRÜŞÜNÜ SÖYLEMEDİ Kİ, TEVHİD KİTABINDAN OKUDU, UYMUYORSA MATURİDİNİN GÖRÜŞÜ MATURİDİNİN GÖRÜŞÜNE UYMUYORDUR.

2. SAPTIRMA
Bayındır tevhidden okuyor
Sifil diyorki tevilattan okunanlar sadece imamı maturidinin kendi görüşü değildir
NE ALAKA?
SANA TEVİLATTAN BİR ŞEY Mİ OKUNDU?

2. SAPTIRMA
Bayındır hoca itiraz ediyor, ben tevilattan okumadım tevhidden okudum diyor
yok genel olarak söylüyorum diyor, itiraza rağmen alakasız bilgilendirmeye/saptırmaya devam ediyor.
ve dolayısıyla bu eserdeki her görüş imamı maturidinin değildir diyor ve hocanın zaten pek de anlaşılamayan açıklamalarını alakasız bir saptırmayla bir kalemde siliyor.
NE ALAKA
TEVHİD KİTABI BU GENEL İÇİNE GİRİYOR MU? TEVHİDDE Kİ GÖRÜŞLER KENDİ GÖRÜŞLERİ DEĞİLMİ ŞİMDİ?

3. SAPTIRMA
Ki öyle kabul edelim, imamın görüşü değildir diye kitaptan alınacak her alıntıyı şüpheli/anlamsız/gereksiz bilgi durumuna getiriyor ve çürük bilgi haline getiriyor,
İMAMIN GÖRÜŞÜ DEĞİLSEDE EHLİ SÜNNET ALİMLERİNİN GÖRÜŞÜ DEĞİL Mİ?

4. SAPTIRMA
saptırırken diyor ki dolayısıyla bu eserdeki her görüş imamı maturidinin değildir
imamı maturidinin tevhidde de tevilatta da kaner konusunda söyledikleri ehli sünnet ulemanın söylediklerinden
farklı değil farklı olması da mümkün değil
İKİ SATIR ARASINDAKİ ÇELİŞKİ AÇIK DEĞİL Mİ?
MADEM MATURİDİNİN GÖRÜŞÜ DEĞİL EHLİ SÜNNETİN GÖRÜŞÜDÜR DİYOR
O ZAMAN NEDEN MATURİDİNİN GÖRÜŞÜ EHLİ SÜNNETTEN FARKLI DEĞİLDİR DİYOR?
ADI ÜZERİNDE FARKLI FARKLI GÖRÜŞLER VAR, GÖRÜŞLERİ AYNI DEĞİL DEMEK DEĞİLMİ BU?

5. SAPTIRMA
şimdi kitabı tevhidden bir alıntı yapabilirsiniz, bende yaparım ama bu koskoca 500 sayfalık bir kitapta imamı maturidinin kader hakkındaki görüşü bir paragraftan ibarettire indirgenemez
EĞER BÖYLEYSE HİÇ KİMSE HİÇ BİR KİTAPTAN ALINTI VEREMEZ SPEKÜLASYON OLUR
HİÇ KİMSE BİR AYET SÖYLEYEMEZ KOSKOCA KURANIN TAMAMI DEĞİLDİR SPEKÜLASYON OLUR
HİÇ KİMSE BİR HADİS SÖYLEYEMEZ, KOSKOCA BİR HADİS KÜLLİYATININ TAMAMI DEĞİLDİR.
VS VS VS İŞTE SPEKÜLASYONUN DANİSKASI BUDUR.

6. SAPTIRMA
Tevhidden alınacak her alıntı imamın görüşüdür
ancak kitabın tamamını yansıtmaz diyor
ve isterseniz bu SPEKÜLASYONLA vakit geçirmeyelim diyor
SPEKÜLASYONUN DANİSKASINI YAPIYOR, FAKAT BUNU YAPARKENDE SPEKÜLASYONCU KENDİSİ DEĞİL DE BAYINDIR HOCA OLUYOR

7. SAPTIRMA
ezel meselesi kuranı kerimde geçmez, ıstılahlaşmış şekliyle kader kavramı kuranı kerimde geçmez
bütün bunlar söz konusu olan meselelerin kurana aykırı yada uygun olduğuna bir delil teşkil etmez,
yani bir mesele kuranda geçmiyor ise, gayri muteberdir, gayri meşrudur, gayri makbuldür gibi bir anlayış varsa bu doğru değil
EEE O ZAMAN MUTEBER OLAN NEDİR?
KURANDA GEÇMEYEN ŞEYİN DİN İLE ALAKASI NE?
İMAN İLE ALAKASI NE?
İMANIN ŞARTLARI ARASINDA SU İKİ HİDROJEN BİR OKSİJEN ATOMUNDAN OLUŞUR DİYE BİR ŞART DAHA SOKABİLİRMİYİZ? AKLI KULLANACAZ YA, AL SANA AKIL, İMANIN 7. ŞARTI KURANDA YOK AMA  GAYRİ MUTEBERDİR DİYEMEZSİN DİMİ?

8. SAPTIRMA
bu bütün ilimlerin temelini yıkar götürür,
YANİ BENİM DEDİKLERİM KABUL ETMEZSEN, İLMİN TEMELİNİ YIKAR GÖTÜRÜRSÜN

9. SAPTIRMA
 o zaman size kuranı kerimin kuranı kerim olduğunu bana kuran dışı bir delille ispat et denildiğinde kalırsınız
EN BÜYÜK UYANIKLIK BURADA
BİZ MÜSLÜMANIZ, BİZE KURAN DELİL
KURANI KURANDIŞI DELİLLERLE PARALİZE ETMEK İÇİN YAPILAN BİR GÖZBOYAMA
O ZAMAN SEN BANA CENNETİ CEHENNEMİ KURAN DIŞI BİR DELİLLE İSPAT ET DENİLDİĞİNDE SEN KALMAZMISIN?
MELEKLERİ BANA GÖSTER, KURAN DIŞI BİR DELİLLE İSPAT ET DENİLDİĞİNDE SEN KALMAZMISIN?
ONLAR GAYBE İNANIRLAR, AYETİNİ NE YAPACAKSIN O ZAMAN?
HADİ CANIM SENDE
BURADA ATEİSTE KADERİ KABUL ETTİRMİYOZ, MÜSLÜMANA ETTİRİYOZ, DELİLİDE KURANDAN OLACAK ELBET
HADİ O ZAMAN NAMAZIN FARZ OLDUĞUNU KURANDAN BAŞKA BİR DELİLLE İSPAT ET
HADİ O ZAMAN İMANIN ŞARTLARININ FARZ OLDUĞUNU KURANDAN BAŞKA BİR DELİLLE İSPAT ET
KALDIN DİMİ, E KALIRSIN TABİ

10. SAPTIRMA
kuranı kerimin kuranı kerim olduğuna Allah kelamı olduğuna kuran dışı bir delil getirmek zorundasınız, bu sizi akliyata götürecek mecburen
NE ALAKA MÜSLÜMANA KURAN YETER, BAŞKA DELİLE GEREK YOK
DELİMİYİZ BİZ KURANDAN BAŞKA DELİL ARAYALIM İNANMIŞSAK
BU AKILLAMI AKLİYATA GİDECEZ?
KURANDA BULAMADIK YA, ONUN İÇİN AKLİYATA GİDİYOZ

11. SAPTIRMA
dolayısıyla biri çıksa deseki kuranın falan ayeti .... kuranı sokuldu, kurandan çıkartıldı, verecek cevabınız olmaz.
YAAA İŞTE BÖYLE APIŞIR KALIRSIN DİYOR ABDULAZİZ HOCAYA
NE ALAKA KONU BU MU?
BÖYLE SAPTIRMA OLUR MU? YAKIŞIK ALIYOR MU?
HADİ DİYOM SOKULDU, ÇIKARILDI
VER CEVABINI NE CEVAP VERECEKSİN
YOK ŞÖYLE TOPLANDI, YOK BÖYLE TOPLANDI, İKİ HADİSLE İŞİNİ BİTİRİRİM SENİN
SANKİ KENDİNİN VERECEK CEVABI VAR



 SIKILDIM



İ

KADER KONUSUNDA MATURİDİ VE EŞARİ FARKLILIĞI

Kader konusu:
Eşarilik’e göre “hayır da, şer de Allah’tandır” ve buna inanmak imanın altı şartından biridir.

Maturidilik, insanların kul olduğunu ve bütün hareketlerinin Allah’ın yaratmasıyla gerçekleşebileceğini kabul eder.
Çünkü bütün evreni oluşturan Allah; fiziksel, biyolojik, kimyasal vb. bütün kurallarını da koymuştur. İnsanların yapabilecekleri bu tabiat kurallarıyla sınırlıdır.
Bununla birlikte Maturidilik; doğa kanunlarının sınırları içerisinde hareket ederken, kulların davranışlarının sonuçlarının Allah’a yüklenemeyeceğini savunur.
Her kişi, kendi davranışının değerini sadece kendi iradesiyle gerçekleştirir ve oluşturur.
İnsanlar, Allah’ın kendilerine verdiği akıl ve irade ile davranışlarının sonuçlarını kavrayabilirler. Hareketlerini de ayarlayabilirler.
Dolayısıyla insanın kaderi, kendi iradesiyle yaptığı davranışlarına bağlıdır.
Allah, kulun seçimine göre fiilini yaratır, karşılığını verir.

Eşariler cüz’i iradeyi de Allah’ın yarattığını düşünürken Maturidiler, Allah’ın yaratmadığına inanır.
 Eşarilik’teki “kötülük Allah’ın kaza ve kaderidir” anlayışı, Maturidilik’te Allah’a karşı saygısızlık olarak kabul edildi.
Allah’ın insanlara durup dururken kötülük etmeyeceğine inanıldı.
Maturidiler bunun yerine, “her şey Allah’tandır” demeyi daha uygun buldular.

Allah’ın insanlara verdiği kötülüğün, ancak kişilerin kendi davranışlarının bir sonucu olduğunu düşündüler.

(Kader; Allah’ın, olacak her şeyin ne zaman ve ne şekilde olacağını, ezelde tespit ve tayin etmesidir. Kaza; Ezelde takdir ve tayin edilenlerin, zamanı gelince Allah tarafından meydana getirilmesidir.)
 Eşariler “Allah kullarını güçlerinin yetmeyeceği bir işle yükümlü tutar” anlayışındadırlar.
Maturidiler ise, Allah’ın hikmet ve adaletiyle bağdaşmayacağı düşüncesiyle bu görüşe katılmazlar.
Zaten Kur’an’ında Allah, “ben zorlaştırmam, insanlar birbirlerine zorlaştırır” diyerek Maturidiliğin anlayışını vurgulamaktadır.

KAZA-KADER

Müslümanlar arasında ve Kelâm ilmi litaratüründe bu terim, genellikle
"Kaza ve Kader" şeklinde geçer. Bu iki kelime birbirinin gereği ve tamamlayıcısı gibidir. Bazı hadislerde, "Kadere İman", Hayrı ile Şerri ile kadere iman" diye geçmekte ise de çok de fa bir arada kullanılmaktadır. Ancak genellikle Eş'arîler "Kaza ve Kader", Mâturidîler ise "Kader ve Kaza" diye zikrederler. Bu kullanış, Kur'ân-ı Kerimde bir çok âyetlerde, ayrı yerlerde ve farklı anlamlarda geçen "kaza" ve "kader" kelimelerine verilen değişik anlamlardan ileri gelmektedir. Önemli olan; bu manaları iyi anlamak ve herşeyin Allahu Teâlâ'nın ezelde takdir ve tayin ettiği kaderine, yani ilahi ölçüye uygun olarak kaza şeklinde meydana geldiğine kesinlikle iman etmektir. Çünkü İslâm inançlarına göre her şeyin "takdir'i ilahi" ile yani "ilâhî kadere" uygun olarak yeri ve zamanı geldiğine, yani yaratıldığına inanmak şarttır. Ancak kader konusu kelâm âlimleri ve İslâm düşünürleri arasında derin görüş ayrılıklarına ve çetin tartışmalara sebeb olan, anlaşılması ve çözümü çok zor bir mesele, hatta bazılarınca "İlâhî bir sır" olarak kabul edilmektedir. Gerçek şudur ki; Selefiyye, Muhaddisler ve Ehl-i Sünnet Kelamcılarının ortak görüşüne göre, Allahu Teâlâ'ya ve onun, ilim, irade, kudret ve tekvin sıfatlarına iman, "kaza ve kadere iman" etmeyi de gerektirir. Çünkü lugat ve ıstılah manalarını açıklayınca anlaşılacağı gibi, "kader" Hak Teâlâ'nın "İlim" ve "İrade" sıfatlarına, "kaza" da "Kudret" ve "Tekvin" sıfatına dayanır. Yani bu sıfatlara inanmanın kesin sonucu ve gereğidir. Bu esasa dayanılarak ve İslâm inançları arasındaki önemli yeri dikkate alınarak, bir de, peygamberimiz (s.a.s)'in meşhur "Cibril Hadisi" de, nakli delil sayılarak "Kaza ve Kadere İman" ayrıca belirtilmiş ve "İman Esasları" arasında altıncı esas kabul edilmiştir. Nitekim bazı sahih ve meşhur hadislerle beraber (Buharî, el-kader; Müslim, el-iman) bir çok âyet-i kerimede her şeyi ilâhî takdire, tabi olduğu ve Allah'u Teâlâ'nın Kudretinin ve hükmünün (kazasının) bir gereği olarak yaratıldığına işaret olunmuştur. Kaza ve kader kelimelerinin lugat ve Kur'an âyetlerinde geçen değişik anlamları ile, Mâturîdilere ve Eş'arîlere göre terim manaları şöyle açıklanabilir:
"Ka-de-re" kökünden gelen kader; lugatta; "ölçü, ölçme, miktar, bir şeyi ölçerek belirli bir ölçüye göre yapmak, onu takdir ederek tayin ve tahsis etmek", anlamlarına gelir. Rağıb el-İsfehanî'ye göre "kader ve takdir" bir şeyin miktarını ve sınırını bildirir (el-Müfredad, s.403). Yani Kader; her hangi bir şeyin mahiyetini gösteren ve sınırlayan bir ölçüdür. Nitekim her şey "ilâhî bir ölçü"ye bağlı olarak ezelde takdir ve tayin edilmiştir. Mesela: buğday tohumu veya hurma çekirdeği kendilerine özgü öyle bir ölçü ve belirli özelliklerle takdir ve tayin edilmiştir ki birincisinden yalnız buğday, diğerinden yalnız hurma ağacı yetişir, başka bir şey yetişmez. Her nebatın her ağacın veya hayvanın tohumu da öyledir. O halde kader; bu âlemin ve ondaki bütün varlıkların ilâhî hikmete göre yaratılmasında ve varlığının devamında esas olan "İlâhî bir ölçü, İlâhî bir kanun" dur.
Kader kelimesi Kur'an-ı Kerim'de "masdar" ve "fiil" olarak geçmektedir. "Şüphesiz biz, her şeyi(n mahiyetini) belirli bir ölçüye (kadere, ilâhi takdire) göre yarattık" (el-Kamer, 54/49) âyetinde mastar; "...(Allah) herşeyi yaratmış ve her birisine belirli bir nizam vererek onun kaderini takdir ve tayin etmiştir" (el-Furkan, 25/2). Yani, yaratılacak şeylerin bütün özelliklerini, yerini ve zamanını Hak veya batıl, hayır veya şer, sevap veya ikab olacağını ezelde tayin ve tespit etmiştir anlamını ihtiva eden âyette de fiil olarak kullanılmıştır.
"Kaza" kelimesine gelince: lugatta; "bir şeyi sonuna getirerek hükme bağlamak", yani onun sözle veya hareketle tamamlanması, "fiillerin zamanında yaratılması"dır.
Bu kelime Kur'an'ı Kerim'de "mastar" olarak değil, "fiil", "fâil" ve "Mef'ul" olarak kullanılmıştır (Fussilet 41/2, Taha, 20/72 Meryem, 19/21). Yerine ve manaya göre; "emir, hüküm, ilan, beyan" ve özellikle "yaratma" manalarına gelir. "Rabb'in, yalnız kendisine ibadet etmenizi "kaza etti"emretti (öyle hükmetti)"(el-İsra, 17/23). Kaza kelimesi "emir ve hüküm" manasınadır. Emir ve hüküm ise, bir şeyi "sözle tamamlamak" tır. "Bunun üzerine onları (Allah c.c) yedi gök olmak üzere iki günde yaratır (kaza etti) " (Fussilet,41/12) âyetinde de kaza, yaratmak (halk etmek) anlamına kullanılmıştır. Bu âyette geçen "Kadâhunne" kelimesi, Allahu Teâlâ'nın onları ezeli olan ilmi ve sonsuz hikmeti ile yaratmış olduğunu ifade etmektedir. Kaza kelimesi özet olarak; "herhangi bir şeyi sona erdirip varlığını tamamlamak" anlamına ise de, bu mana, yerine göre bazen değişebilmektedir (fazla bilgi için bk. Abdul Kerim el-Hatip, el-Kadâ ve'!-Kader, s.147-151).
Kaza ve Kader'in ıstılah manaları itikatta "Ehl-i Sünnet" mezhepleri olarak tanınan Eş'arî ve Mâturîdî âlimlerine göre birbirinden farklı ve değişiktir.
Maturidîlere göre kader; "Allah Teâlâ'nın, ezelden ebede (sonsuzluğa) kadar olmuş ve olacak şeylerin zamanını, mekânını, sıfatlarını ve her türlü özelliklerini bilmesi, ezelde o mahiyyet ve şekilde takdir ve tahdid etmesidir. "Bu tarife göre kader, Hak Teâlâ'nın "İlim" ve "İrade" sıfatlarına bağlı olup, bu ilahi sıfatlara ve taalluklarına iman, kadere imanı da gerektirmektedir.
Maturîdîlere göre kaza ise; "Allahu Teâlâ'nın ezelde irade ve takdir etmiş olduğu şeyleri, zamanı gelince, ilim, irade ve ezeldeki takdirlerine uygun olarak yaratması" demektir. Bu bakımdan kaza, maturîdîlere göre ayrı bir kemal sıfatı olan "Tekvin" sıfatına tabi olup onun ilgi alanına girer.
Bu tariflere göre kader, kazadan daha genel olup, taalluk ettiği alan daha geniştir. Çünkü kader, bu kâinatı idare eden ilâhî kanun ve ilâhî ölçü, kaza ise, bu kanuna uygun olarak tenfizdir, aynen uygulamaktır. Allah (c.c) her şeyi bir sebep ve hikmete dayanarak yapar. Kadere böyle inanılması gerekir.
Eş'arilere göre kaza, hüküm manasına olup, "Allahu Teâlâ'nın bu kâinatta meydana gelecek şeylerin hepsini nasıl, ne zaman, hangi şekil ve özelliklerde olacaklarsa, ezelde öylece bilmiş ve ezeli ilmine uygun olarak dilemiş olmasıdır."
Eşarilere gör Kader ise; "Hak Teâlâ'nın her şeyi vakti gelince ezelî ilmine uygun olarak irade ettiği (dilediği) şekil ve vasıfta yaratmasıdır."

Eş'arilerin bu tariflerine göre kaza, kaderden daha genel ve şumüllü olup, Allah (c.c)'ın ilim ve irade sıfatlarına; kader ise, kudret sıfatına tabi olup, bu sıfatın hadis olan ikinci taallukunun eseridir. Çünkü Eş'arîlere göre Hak Teâlâ'nın "Tekvin" diye ayrı bir sıfatı bulunmamaktadır. Madurîdîlere göre durum aksine olup, kader, kazadan daha şumüllü ve geneldir. Ayrıca, Maturîdîlerce yapılan tarifler "Kaza ve Kader" kelimelerinin lugat manalarına daha uygundur. Özel olarak bilinmesi ve inanılması gereken husus; bu âlemde var veya yok olan her şey, Allah Teâlâ'nın kaza ve kaderi iledir. Her şey bu ilâhî irade, ezeli ilim ve mutlak kudrete uygun olarak var veya yok olur. Yani kâinattaki her şey bu ilahi kanuna tabidir. Her şeyde ve her yerde kader, yani onu vücuda getiren vasıf ve ölçüler ile belirli sebepler mevcuttur. Bunlar ezelî olan Allah'ın ilmine ve iradesine bağlıdır. Bu sebeplerin birleşme veya ayrılmasından ortaya çıkan olay ve eşya ise, kazadır, kaza-i ilahî'nin tecellileridir. Hak Teâlâ'nın kader ve kazasında ilahi hikmetler vardır. Çünkü Allah (c.c) her şeyi bir sebep ve hikmete göre yaratır. Bu esasa göre Hak Teâlâ kâinattaki her şeyi tespit ettiği ilahi plana ve yüce nizama göre yönetmektedir. O halde kainatta meydana gelen maddi-manevi her çeşit varlıklar ve olaylar, gayesiz olarak rastgele ortaya çıkmamaktadır. Belki her şey, Allahu Teâlâ'nın ezelî ilmi, mutlak iradesi ve sonsuz kudreti ile ilâhî ölçüye plan ve nizama uygun olarak yaratılmaktadır.
"Fâil-i Muhtar" olan Allah (c.c) her şeyi meydana gelmeden önce ezelî ilmi ile bilip, onların vasıf ve özelliklerini, yerini ve zamanını takdir ve tespit ederek "Levh-i Mahfuz"a yazmıştır. Bu gerçeklere şu âyetler delâlet etmektedir. "(Gerek) yeryüzünde ve (gerek) kendi nefislerinizde herhangi bir musibet gelmemiştir ki, bu Bizim onu yaratmamızdan önce kitapta (yazılmış) olmasın. Şüphesiz ki bu Allah'a göre kolaydır" (el-Hadid, 57/22). "De ki; Allah'ın bizim için yazdığından başka bir şey bize isabet etmez" (et-Tevbe 9/51). Allah'ın kazası "Levh-i Mahfuz" da yazılı olan kaderine daima uygun olarak tecelli eder. Kadere halk arasında "alın yazısı" da denmektedir. Bilinmeyen alın yazısı bilerek veya kayıtsız olarak veya unutarak yapılan günahları mazur göstermez, insanın iradesini etkisiz hale getirmez ve onu sorumluluktan kurtarmaz. Kaza ve kaderin birbirine aykırı düşmesi imkansızdır. Aksi halde kâinatın mizan ve düzeni bozulur, varlıklar âlemi devam edemezdi. Çünkü bu muazzam kâinat yer ve göklerdeki canlı cansız varlıklar, ilahî bir plan ve kanun olmadan varlığını koruyamaz.
Kaza ve Kader, İman Esaslarından mıdır?
Ehl-i Sünnet'e göre; "kaza ve kadere iman", iman esaslarındandır. Yukarıda kısaca işaret olunduğu üzere, Ehl-i Sünnet'e göre Allahu Teâlâ'ya ve O'nun mukaddes sıfatlarına iman etmek, "kaza ve kadere" imanı da gerektirir. Çünkü kader, Hak Teâlâ'nın "ilim" ve "irade" sıfatlarının, kaza da "kudret" veya "tekvin" sıfatının birer gereğidir. Yani, "kaza ve kader akidesi" Allah'a ve O'nun ilim, irade, kudret ve tekvin sıfatlarına iman etmenin zorunlu bir neticesidir. Kadere imanı inkâr etmek, zâtullaha sâbit olan zâtî ve subûtî sıfatları inkâr etmek demektir. Bu yüzden önemi dikkate alınarak, kaza ve kadere iman İslâm'da iman esaslarından sayılmış ve altıncı esas olarak
"Müslüman'ın Âmentüsü"nde yer almıştır. Nitekim Buhâri ve Müslim'in Sahihler'inde zikredilen (bk. Kitâbu'l İman, Kitâbu'l-Kader) Hz. Ömer (r.a)'in Rasûlullah (s.a.s)'den naklettiği meşhur "Cibril Hadisi"nde, "Kadere iman" iman esasları arasında, aynen tasrih edilmiştir. 
(YANİ KURANİ DEĞİL, YANİ ALLAH KURANDA İMANIN BİR ŞARTINI YAZILMAMIŞ MIŞ ÖYLEMİ? İLGİNÇ
DUYDA İNANMA E PEKİ ALLAH YADA CİBRİL NİYE BUNU KURANA İLAVE ETTİRMEMİŞ? DE HADİS MESABESİNDE KALMIŞ İMANIN 6. ŞARTI? YANİ KURANDA EKSİKLİK Mİ VAR? BİR GARİPLİK YOK MU BU İŞTE?) Rivayete göre; bir gün Peygamber (s.a.s) ashabıyla mescidde otururken, insan suretinde gelen Cebrâil (a.s), "İman, İslâm ve İhsan"ın manasını Peygamber (s.a.s)'e sormuş ve her sualin sonunda, (Sadakte) diyerek doğruluğunu tasdik etmiştir. "İman nedir?" sorusuna Rasulullah (s.a.s): "İman; Allah'a, Meleklerine, Kitaplarına, Peygamberlerine ve Ahiret gününe inanmaktır (ayrıca) hayrı ve şerri ile kadere iman etmektir" buyurmuşlardır.

"Bu konudaki hadisler 'ahad hadislerdir', sahih ve meşhur da olsa zannı ifade eder. 
(AHAAA   BU NE DEMEK ŞİMDİ? İMANIMIZ ZAN ALTINDA / ŞÜPHE ALTINDA DEMEK DEĞİL Mİ BU? ) Zannî deliller akaid ve iman konularında delil olarak kullanılamaz" denilemez. Çünkü bu hadislerin delâlet ettiği mana kesinlik ifade eden âyetlerle te'kid edilmiştir. Bu durumda zannî deliller de kesinleşir. 
(YANİ BİR BAŞKA AHAD HABERLE TAŞLARIN ALLAH KORKUSUNDAN YUVARLANDIĞINA İNANMAKDA İMANIN ŞARTI OLABİLİRDİ ÖYLE Mİ?)
Yukarıda bazıları zikredilen bir çok âyeti kerimelerde her şeyin ilâhî takdire tabi olduğu ve Allah'ın kazası (emir hüküm ve yaratma) ile meydana geldiğine işaret buyrulmuştur (Âlu İmran, 3/47, en-Nisâ, 4/78, 143, e!Mâide, 5/77, el-En'am, 6/86-88, et-Tevbe, 9/51, el-Hicr, 15/60, el-İsrâ, 17/29, Tâhâ, 20/72, Sebe, 34/18, Meryem, 19/21, Fussilet, 41/12, el-Kamer, 54/49, el-Hadid, 57/22).

Bu bakımdan, "kaza ve kadere iman", iman esaslarını birarada zikreden (el-Bakara, 2/177, 285, en-Nisâ 4/136) gibi âyetlerde ayrıca sayılmamıştır.
(AHAAA BU DAHA DA İLGİNÇ ÜÇ KEZ ÜÇ AYETTE DİĞERLERİ SAYILIYOR DA KAZA VE KADERE İMANI SAYMAYA GEREK GÖRÜLMÜYOR HA? 
BİR GARİPLİK YOK MU ŞİMDİ?
HADİ BAKARADA 177 DE YAZILMADI 285 TE YAZILAYDI
BUDA İLGİNÇ AYNI SUREDE İKİ KEZ YAZILIYOR AMA NEDENSE KADER YAZILMIYOR
VE AHAD HABERLE İMANIN ŞARTI OLUYOR, ZAN/ŞÜPHE EDİLMESİ İÇİN HER ÇEŞİT TUHAFLIK YOKMU?
 NİSADA YAZILAYDI KADER HADİ GENE YAZILMADI 
NİYE? NEDEN?
SİZCEDE ALLAHA RAĞMEN ORAYA SOKUŞTURULAN BİR İMAN ŞARTI GİBİ GELMİYOR MU?)

Peygamberimiz (s.a.s)'in vefatından bir müddet önce "kader meselesi" ve "hayır ve şer" etrafında yapılan bazı tartışmalar üzerine; "Kadere, hayrın da, şerrin de Allahu Teâlâ'nın takdiri ve yaratması ile olduğuna" inanmanın "iman esaslarından olduğu, Peygamberimiz (s.a.s) tarafından beyan edilmiştir. Kendi aklı ve şahsi kanaati ile değil, daima ilâhî vahiyle dini hüküm ve esasları ümmetine aynen tebliğ eden Rasûlullah (en-Necm, 53/3-4) Cibril hadisiyle bildirdiği iman esasları, zamanla (ZAMANLA DEMEK NE DEMEK? YA ÜZERİNDEN BU ZAMANLA DENECEK ZAMAN GEÇMEDİĞİNDE TEVATÜR DERECESİ NEYDİ O ZAMAN? ) tevatür derecesine ulaştığını ehl-i sünnet imamları bu gerçeği ittifakla kabul etmiş ve bu hususu eserlerinde zikretmişlerdir (Bu konuda geniş bilgi için bk. Faruk Ahmed ed-Derühi: El-Kada ve'l-Kader Fi'l-İslam, Beyrut 1986, III, s. 5-6; Ali Arslan Aydın: İslam da İman ve Esasları, İstanbul 1982, s.394-397; Abdülkerim el-Hatib-el-Kadâ ve'I-Kader, Kahire 1961, s.225-227). Kaza ve kaderin, kulun iradesi ve ihtiyarî fiilleri ile ilgisine kaza ve kadere iman konusunun meşhur bir kelâm meselesi olan "halk'ı ef'âl-i ibâd", yani "insanların ihtiyârî fiillerinin yaratılması", ile ilgisi, kısacası; "İnsanın irâdî fiilleri Kesb ve yaratma problemi- gibi hususlara gelince Ehl-i sünnet akaid imamları Eş'ari ve Maturidi bu konuları geniş bir şekilde açıklamışlardır:

İnsan İradesi-İhtiyârî Fiilleri ve Sorumluluk
Bilindiği gibi insan, kâinattaki yaratıkların en olgunu ve şereflisidir. Çünkü, bu âlemdeki canlı cansız varlıkların hepsi, insanın emrine ve hizmetine verilmiştir. Bu bakımdan insan, Rabb'ini bilmek ve O'na ibadet etmek için olduğu gibi, bu dünyayı imar ve ıslah etmek için de yaratılmıştır. Bu sebeple "Allahu Teâlâ, insana her türlü güzel vasıflar, yanında onu diğer varlıklara üstün kılan ve insan yapan, akıl, ruh, irade ve ihtiyar gibi manevi değerler vermiştir. O, aklı, irade ve seçme gücü ile diğer varlıkların yapamayacağı bir çok işleri yapmak, yeni yeni şeyler keşfedip kesb etmek kudretine sahiptir. İnsana bu sınırlı kudreti ve cüzî iradeyi veren; gücü her şeye yeten mutlak kudret, kulli irade ve sonsuz kemal sahibi olan Allah Teâlâ'dır. Fakat insana verilen bu sıfatların hiç biri tam ve mutlak değildir. Allah'ın kemâl sıfatlarına nazaran çok eksik ve sınırlıdır. Bu sebeple insan, iradesini, fıtrî yeteneklerini ve diğer sıfatlarını kullanırken, belirli ölçülere, kayıtlara ve ilâhî kanunlara tabidir. Fakat bu kayıtlara ve bazı engellere rağmen insan, cüz'î iradesini kendi sınırları içinde kullanmakta ve dilediği tarafa yöneltmekte serbesttir. Gerçek şudur ki insan, belirli ölçüler ve sınırlar içinde hareket edebilen hür bir varlıktır. O halde insanın kendi irade ve ihtiyarı ile yaptığı, isteyip kesbettiği (elde ettiği) işler vardır ve yaptığı bu işlerden elbette sorumludur. Yapmakla mükellef olduğu iyi ve güzel işler karşılığında mükafaat alacak, yapmaması gerekenler karşılığında da ceza görecektir., Çünkü insan, kendi irade ve isteğiyle iyi veya kötü belirli bir işi yapmaya karar vermiş ve o kararını uygulamaya koymaya girişmiş olmakla, o işin sorumluluğunu yüklenmiştir. İşte insanlar, sahip oldukları bu irade ve ihtiyarları (seçme melekelerine sahip olmalarından dolayı mükellef ve yaptıkları işlerden sorumludurlar. Bu teklif esasına göre dinen sevaba layık veya cezaya müstehak olurlar. Aksi halde insanlar mükellef ve yaptıkları işlerden sorumlu olmazlar. Teklif ve sorumluluk, sevap ve ikab (ceza) esaslarını kabul etmemek ise, bütün ilahî dinlerin esas ve gayesine aykırıdır.
Diğer taraftan, şayet insanlar yaptıkları her işi mecburi ve zorunlu olarak yapar diye düşünürse, cebir (zorlama) lazım gelir ve insan iradesi inkâr edilmiş olur. Yani insanların yaptıkları hiç bir işte irade ve ihtiyarları olmaz, buna rağmen o işlerden sorumlu tutulmuş olurlar ki bu, ilahi adalete aykırı düşer. Bu sonuç ise batıldır.
O halde, karşımıza, birbiriyle zor bağdaşan iki dini esas çıkıyor:
Birincisi; "Allah (c.c) her şeyin halîkı (yaratıcısı) dır" (ez.-Zümer, 39/62) âyetine uyarak, Hak Teâlâ'nın yegane yaratıcı olduğuna, yaratıcılıkta hiç bir ortağı bulunmadığına ve kulun ihtiyari fiillerini de yaratanın Allah olduğuna iman etmektir.
İkincisi de; kul, kendi irade ve ihtiyarı ile yaptığı (zorunlu olmayan) İhtiyari Fiillerinden sorumludur. Yani Allah'ın emirlerini yapmak ve yasaklarından kaçınmakla mükelleftir. Bu, teklif ve sorumluluğun esası olup, dinde sevap ve ikabın kaynağıdır. Bu esas, bizi "insanın sorumlu olması için, fiilini icad etmesi gerekir" sonucuna götürebilir. Bu sonuç ise, birinci esasa aykırı düşer.
İşte, inanılması gereken bu iki esas arasında görülen çelişkiyi kaldırmanın zorluğu, insan aklını tereddüde ve fikir ayrılıklarına sevketmiş ve bu konuda Ehl-i Sünnet dışı mezheplerin doğmasına neden olmuştur. O halde ihtilafın ana sebebi; insanların "ef'âli ihtiyariye" diye anılan kendi irade ve ihtiyarları ile yaptıkları "fiilleri yaratmak" Allah Teâlâ'nın fiillerinden midir? Yani bu irâdı fiillerin yaratıcısı Hak Teâlâ mıdır, yoksa o fiili bizzat işleyen kul mudur? meselesidir. Bu konuda farklı görüşler ve ayrı ekoller ortaya çıkmıştır:
1-Mutlak cebir düşüncesine dayanan "Cebriyye" mezhebi öncüsü Cehm b. Safvan olduğundan "Cehmiyye" adıyla da anılır.
2-Mutlak ihtiyar fikrine dayanan Kaderiyye ve "Cumhuru Mu'tezile" mezhebi.
3-Cebr ve ihtiyar arasında görülen "Mâturîdiyye" mezhebi.
4-"Cebr-i Mutavassıt" olduğu iddia edilen "Eş'ariyye" mezhebidir.
İlk iki mezhep, insan iradesi üzerinde aşırı giden ve birbirinin zıddı olan "mutlak cebir" ve "mutlak ihtiyar" fikrine dayanan ve böylece ifrat ve tefrite kayan Ehl-i Sünnet dışı bâtıl mezheplerdir.
Son iki mezhep ise, ifrat ve tefrite sapmayan hak mezheplerdir. Her ikisi de, Ehl-i Sünnet görüşünü temsil ederler.
Cebriyye; insanın irâdî fiilleri üzerindeki kudret irade ve ihtiyarını tamamen inkâr ederek, kulun daima mecbur ve muzdar olduğunu, yaptığı işlerde hiç bir rolü olmadığını iddia ediyor. Böylece "teklif ve sorumluluk" esasını yıkarak, insanı mutlak cebre teslim ediyor. Onu âdeta cansız bir varlık seviyesine indiriyor. İslâm'ın ana prensipleriyle bağdaşmayan bu çarpık görüş, müslümanlar arasında rağbet görmemiş ve kısa zaman sonra ortadan kalkmıştır.
Kaderiyye ve Mu'tezilenin büyük çoğunluğu; Cebriyye'nin mutlak cebir fikrinin tam aksini savunacak, insanı "hâlikiyet" yani yaratıcı derecesine çıkarıyor ve "kul, yaptığı ihtiyârî fiillerin yaratıcısıdır" diyorlar. Böylece Allahu Teâlâ'ya, bir çeşit şirk koşma gibi tevhid akidesine aykırı bir duruma düşüyorlar.
Yaratma ve Kesb Teorisi
İslâm nazarında insan, yaratılanların en şereflisi ise de, her yaratık gibi noksan ve sınırlıdır. Çünkü mutlak kemal Allah'a mahsustur. O halde iman, mutlak kudret, mutlak irade ve ihtiyar sahibi, dolayısıyla yaptığı işlerin bizzat yaratıcısı olamaz. Çünkü hâlikiyet (yaratıcılık), Allah (c.c)'a mahsus olan çok yüce bir sıfat, çok yüksek bir derecedir. Fakat insan hayvanlarda olduğu gibi- irade ve ihtiyardan, seçme gücü ve isteme yeteneğinden tamamen mahrum bir varlık da değildir. Çünkü bilinen bir gerçektir ki insan, bazı işleri dilerse yapıyor, dilerse yapmıyor. O halde insanın kendine mahsus cüz-i bir kudreti, cüz-i bir irade ve seçme gücü vardır. Bu sebepledir ki; mükelleftir, yaptığı iyi ve faydalı, kötü ve zararlı bütün işlerden sorumludur. Öyle ise, kendi iradesiyle yaptığı işlerden bu sorumluluğu gerçekleştiren bir payı almalıdır. Aksi halde mükellef ve sorumlu olamaz. Fakat insana böyle bir pay ayırır ve üstünlük tanırken, onun yaratılan bir kul olduğunu unutarak, yegane yaratıcı Hâlık olan Hak Teâlâ'ya her hangi bir yönden onu benzetmemeli ve yaratıcı Rab derecesine çıkarmamalıdır. Bu iki ana esas birbirine karıştırılmaz, aradaki sınır iyi bilinirse, çok muğlak olan kader meselesi az çok kavranmış olur. Gücü ve imkânı sınırlı olan insan aklı böyle ilâhî bir sırrı tam olarak çözemez. Ancak bu büyük sırrı anlamaya ve esasını kavramaya çalışır.
Eş'arilere Göre Yaratma ve Kesb Teorisi
Yukarıda belirtilen iki ana esası benimseyen Eş'arilere göre; kul kendi iradesiyle yaptığı işlerde mecbur değil, muhtardır. Yani kendine mahsus irade ve kudreti vardır; yaptığı ihtiyarî fiillerin sahibi ve mahallidir. Fakat kulun kudreti, yaptığı işler üzerinde müessir (etkili) değildir. Çünkü Allahu Teâlâ ortağı olmayan tek ve yegane Hâlık'tır. Kudreti tamdır ve her şeyi yaratma gücüne sahiptir. O halde; her şeyin ve insanların, mide, ciğer ve kalb çalışmaları ve uyumak, hazmelmek gibi ızdırarî (irade dışı, zorunlu) fiillerinin yaratıcısı Hak Teâlâ olduğu gibi, kulun yaptığı iradî ve ihtiyarî fiillerinin de Hâlıkı Allah(c.c.)'dir. Zira imam Eş'ariye göre: "Bir eser üzerinde iki tam müessir kuvvet ictima edemez" bu kural gereğince, kulun iradi fiilleri üzerinde tek mücasir kuvvet Hâk Teâlâ'dır. O halde kulun kudretinin yaratmada, ikinci bir kuvvet olarak bir tesiri yoktur. Ancak Hâk Teâlâ, ilahî kanunu icabı olarak, o fiili, kulun azim ve tasmimi (ısrarlı isteği) bulunduğu anda yaratır. Bu azim ve kesin istek, kulun iradesini o şeye yöneltmesiyle o işi kesb etmesi feklinde ortaya çıkar. O halde kul yaratıcı hâlık değil, o işi kazanan kâsibdir. Yaratmada bir payı yoktur. Tek Hâlık, tek yaratıcı iail Allah (c.c)dir. İnsanın kazandığı fiile tesir eden kudret ona Allah (c.c) tarafından verilmektedir. Kulun kudretinde olan şey Allah'ın da kudreti altındadır. Bu açıdan bakılınca mülkiyette olduğu gibi bir ortaklık durumu yoktur (el-Eş'ari, Kitabu'l-Luma', s.72). Kulun kesb ettiği bu gibi fiillerle olan alakası, o fiilin mahalli ve sahibi olmaktan ibarettir. Çünkü her fiil, o fiilin mahalline isnad edilir. Mesela güzellik onu yaratana değil, onunla vasıflanan şahsa isnad edilir. O halde, Allah Hâlık, kul kâsibdir, yani yaratma Allah'a mahsustur, kesb ise kula aiddir. Eş'arilerin "Halk ve kesbt' teorisinin özeti budur. İşte Eş'arîler "teklif ve sorumluluk" esası ile "Allah'ın yegane yaratıcı" olduğu esasını böylece bağdaştırarak Cebriyye, Kaderiyye ve Mu'tezilenin düştüğü hataya düşmemişlerdir. Ancak kulun kudreti olup ta, fiillerin üzerinde belirli bir tesiri olmaması ve kesb teorisi üzerinde çok tartışıları anlaşılması güç bir konudur. Öyle ki, "Akla min kesbi'l-Eş'ari" Eş'ari'nin kesbi kadar dakik ve muğlak tabiri arapçada darbı mesel olarak görmüştür. Bazı âlimlerce, cebir fikrine yakın görünen Eş'ariye Mezhebi, "Cebr-i Mutavassıt" diye de anılır. Nitekim bazı Eş'arîlerin "insan muhtar (İrade sahibi suretinde) muzdar (mücber, mecbur) dur" sözü, insandaki irade serbestisi sadece surette kalmaktadır. Gerçekte ise hakim ve müessir olan, sadece Allah'ın küllî ve mutlak iradesidir.
Maturîdilere Göre insan İradesi, Kesb ve Halk
İslâm düşünce tarihi ve Kelâm ilmiyle meşgul olanlarca bilindiği gibi insanın irade ve kudreti, ihtiyarı fiilleri üzerindeki tesirleri, yaratma ve kesb teorisi, kulun yaptığı iyi veya kötü işlerinden sorumlu olduğu, başka bir deyimle "teklif ve sorumluluk" ile "Allah'ın tek yaratıcı" olduğu gibi konularda, ayrıca kaza-kadere iman, hayrın ve şerrin Allahu Teâlâ'nın İlmi, iradesi ve kudreti ile yaratıldığı hususunda, Maturîdiler, Eş'arîlerle genellikle aynı görüşleri paylaşmaktadırlar.
Maturidilere göre "Kesb" azm-i musammem "yani" kesin ve değişmez bir karar ve irade yönelmesi"dir. imam Mâturidî "Halk" ve "kesbi" kelimelerini beraber mütalâa ederek, hu terime şöyle açıklık getirir: "Allah (c.c) fiilleri oldukları gibi (hakikatleri ıle) yaratmakta, onları 'yokluk'tan 'varlık' sahasına çıkarmaktadır. İnsanlar da o fiilleri kendi iradeleri ile Kesbettikleri (işleyerek elde ettikleri) ölçüde o fiillere sahip olurlar (Kitabu't Tevhid, Nşr. Fethullah Huleyf, Beyrut 1970, s. 226), Mâtûridî "Kesb" hakkında genel bir değerlendirme yaptıktan sonra fiil ile kesbin âidiyeti hususunda şöyle diyor: "fiil aslında "kesb" yönünden insana, "Halk" yönünden de Allah'a aittir': Kulun ihtiyari fiiline "halk" değil "kesb') Allahu Teâlâ'nın fiiline ise "kesb" değil "halk" denilmekte, "fiil" kelimesi, bu iki terim için de kullanılmaktadır. Halbuki Eş'arîlere göre fiil, yalnız "halk ve icat" manasına kullanılmakta kesb ise mecâzî olarak fiil denilmektedir. Böylece İmam Mâturîdî'nin tek bir olaydaki fiile farklı açılardan baktığı anlaşılmakta ve bir fiilde var olduğunu kabul ettiği yönden manası daha iyi anlaşılmaktadır. Bu esasa göre fiil; icat (yaratma) yönü ile Allah'a mutlak kudret sahibine ait bir eser. Kesb yönüyle de kula aid bir (cüz'î) kudret eseri olmaktadır. Yani fiil, yaratma yönünden Allah'ın külli kudreti altındadır. Allah Teâlâ'nın yarattığı bu fiile insan kesb yönüyle esir ederek onu elde etmekte ve mahalli olmaktadır. Halk ile Kesb arasındaki farka gelince; aletsiz meydana gelen şey halk, aletle meydana gelen şey Kesbdir. Bazıları da şöyle dediler: "Kudret sahibinin (Kâdir-i Mutlak) tek başına meydana getirmesi mümkün olan şey halk (yaratma) mümkün olmayan şey de kesbdir. Böylece Kesb kula, halk da Allah (c.c)'a aid olmuş olur. Fiil Allah'a izafe edildiği zaman "halk" insana nispet edildiği zaman "kesb" adını alır. Bu anlayışa göre insanın sorumluluğu daha çok anlaşılmakta olduğu ortaya çıkmaktadır. Sorumluluk konusunda İmam Maturidi şöyle bir delil zikreder:
Madem ki, Hak Teâlâ dünyada itaat edenlere sevap, âsî olanlara da ikab (ceza) vadetmiştir. O halde bu itaat ve isyan fiilleri ancak kulun iradesiyle seçtiği kendi fiili olduğu takdirde, va'dedilen karşılıkları alabilir. Sevap ve ikab, Hak Teâlâ'nın bildiği gerçekler olduğuna göre kulun bu fiillerinin de gerçek olması gerekir. Diğer bir husus da sudur: Herkes kendi nefsinden ve tecrübelerinden bilir ki; yaptığı işlerde ihtiyar sahibidir, fâilidir, kâsibtir. Bunun aksini iddia edenler kendilerinin herhangi bir fiili bulunmadığı söyleyen Cebriyye'dir. Onların bu sözlerinin kendileriyle tartışmalarının bir hükmü ve manası yoktur. Çünkü mezheplerine göre bu sözleri de-birer fiil olarak-onların değil demektir. Bu açıklama ile Maturidiyye'nin insandan her türlü fiili iradeyi ve seçme gücünü kaldıran ve onu bir alet gibi telakki eden Cebriyye ile insanın fiillerinden Allah'ın kudret ve iradesinin ve ezelî takdirinin (yani kaderin) rolünü ve etkisini inkâr eden Kaderiyye ve Mu'tezile arasında ortak bir yol takip etmeye çalışmaktadır.

29 Ekim 2014 Çarşamba

kehf rum

Kehf suresine göre demek istiyorsunki; ?Allah daha imtihandan önce kullarının iyi mi kötü mü olduklarını bilmektedir. Bu da Allahın geleceği bildiğini gösterir.? HAYIR. Öyle değil.
1- Allahın geleceği bilmesi ifadesine açıklık kazandırmak istiyorum. Tartışmayı birbirimizi yanlış anlayarak götürmeyelim. Allah geleceğe yönelik olarak gerek ferde yönelik gerekse tüm topluma yönelik planlar yapar. Bu planların bazısı imtihana yöneliktir, bazısı ceza veya mükafata yöneliktir, bazısı vs.vs. İşte geleceğe yönelik bu planlar bize göre gaybdır. Allah bu mana da geleceği bilir.
Benim veya bizim diyeyim itiraz ettiğimiz, kul İmtihan olmadan önce daha bir ?ŞEY? bile değilken kulun iyi mi kötü mü olduğunu Allahın bildiğine yönelik iddialardır. Bu iddialar kaderci söylemlerin dayattığı iddialardır ve Kurandan delilleri yoktur.
Ayrıca kaderci söylemin dayattığı ?bütün insanların yapacakları ezelde yazılmıştır? iddiası asılsız ve delilsiz batıl bir iddiadır.
Gelelim yazdığın ayetlerin değerlendirmesine;
1- Kehf suresinde musa ve kul kıssası senin savını değil bizim söylediklerimizi destekler. Çünkü;
a) ?80. "Erkek çocuğa gelince, onun ana-babası, mümin kimselerdi. Bunun için (çocuğun) onları azgınlık ve nankörlüğe boğmasından korktuk."
Eğer mümin Anne babanın çocuk yüzünden azgınlık ve nankörlüğe düşeceği kesin bir bilgi olsa Allah ?KORKTUK? ifadesini kullanmazdı. Allah tahmine dayalı bir hüküm veriyor. Allahı hükmünden dolayı sorgulayacak değiliz herhalde değil mi?
b) Çocuk imtihandan geçmeden önce öldürülmüş oldu. Çocuğun durumu ile ilgili olarak kaderci yaklaşım şunu iddia etmektedir; çocuk daha imtihan olmadan önce öldürülmüş olsa da Allah sonsuz ilmi ile onun iyi mi kötü mü olduğunu veya yaşasaydı da cennetlik mi cehennemlik mi olduğunu zaten bildiği için adalet konusunda bir sorun oluşmaz.
Hayır bu yorum da sorunlu bir yorumdur. Çünkü o çocuk yarın ahirette şunu söyleyecektir;
Allahım sen ebu cehilin de cehennemlik olduğunu veya ebu lehebin de cehennemlik olduğunu biliyordun ama onlar hiç olmazsa yaşayıp gördüler. Cehennemi hak ettiklerini onlar da biliyordur. Ama ben gerçekten öyle mi olacaktım ne belli. Belki iyi şeyler yapardım. Daha denenmeden niçin benim hakkımda hüküm verdin.
O çocuğun ahirette böylesi bir itirazı geçerli ve haklı bir itiraz değil midir?
Yani kaderci yaklaşım da çocuğun imtihandan önce öldürülmüş olmasını adalet bakımından açıklamakta sorun yaşayacaktır.
Peki benim cevabımın ne olduğunu soruyorsanız cevabım BİLMİYORUM şeklindedir.
c) Eğer Allah öldürülen o çocuğun mümin anne babayı azgınlık ve inkara sürükleyeceğini daha çocuk doğmadan önce biliyor olsaydı azgınlık ve inkara sürükleyeceğini bile bile o çocuğun doğmasını istermiydi?
Ayetin devamında
?18.81 - İstedik ki Rableri onun yerine onlara ondan daha temiz, daha merhametli (ana babasına iyilik eden) birini versin.
Deniyor. Eğer daha önce bilseydi o daha temiz daha merhametli çocuğu, daha önce vermez miydi?
Nesh ayetleri de böyledir. O ayetlerde de ?ALLAH BİLDİ? ifadesi kullanılır. Bakın geniş zaman ?BİLİR? kullanılmıyor. ?BİLDİ? ifadesi kullanılıyor. Yani daha önce bilmiyordu, şimdi bildi anlamındadır bu. Bakacak olursanız Kuranda söylediklerimizi destekleyen yüzlerce ayet görebilirsiniz.
GÖRDÜĞÜN ÜZERE KEHF SURESİNDEN ALLAHIN GELECEĞİ BİLDİĞİNİ DEĞİL KULLARIN DURUMUNUN BELLİ OLMADAN BİLİNMEDİĞİNİ ANLIYORUZ.
2- a) Rum suresi. Rum suresini de Allahın geleceği bildiğinin ispatı olduğunu söylemektesin. HAYIR. EVET. Yukarıda geleceği bilmek ifadesini açmıştım. Allahın geleceği planlayan olduğunu belirtmiştim Buna bağlı olarak elbetteki kendi planladığı geleceği bilecektir. Bu gayet doğal.
Ancak kaderci yaklaşımın konuyu değerlendirme biçimi yine sıkıntılıdır. Onlar Sanki Allahı bir seyirci gibi filmi seyretmiş te ne olacağını biliyormuş ta, ondan dolayı rumların galip geleceğini mucizevi biçimde haber vermiş gibi anlamakta ve anlatmaktadırlar. Halbuki Allah öyle olacağından dolayı değil öyle emir buyurduğundan dolayı galip geleceklerini söylüyor. Görüldüğü üzere kaderci anlama şekli Allahın iradesini yok saymaktadır. Zamanı seyreden seyrettiklerini yazan bir Tanrı tahayyülü oluşturmaktadırlar zihinlerde.
Ayette:
(Onların) Bu (yenilgileri)nden önce de, sonra da emir Allâh'ındır.
Denmiş olması bu durumun Allahın emrinden dolayı gerçekleştiğinin açık göstergesidir.
b) Ayette ?Birkaç yıl içinde.? Denmiş olması GELECEĞİN KESİN BİR ŞEKİLDE BELLİ OLMADIĞININ DA GÖSTERGESİDİR. Çünkü kesin bir şekilde belli olsa idi kesin tarih verilmesi gerekirdi. Madem mucize bir haber. O zaman kesin tarih verilmesi mucizeyi tam pekiştiren bir şey olurdu. Ya da kesin tarih verilse idi o zaman senin dediğin doğru olurdu. Ha şunu da söyleyeyim, bazı emirlerde kesin tarih, zaman ve an bellidir. Bu belli emirlerde örneğin helak emirleri böyledir. Bir an bile tehir olmaz. Ama bu olay farklı. Evet galip gelecekleri Allahın bir emri ama bu emir Kulların eli ile gerçekleşecek bir emir olduğundan dolayı tarih kesin belli olmamaktadır. Bu durumun benzerini enfal suresinde görüyoruz. Allah ilk önce;
?65- ?Ey Peygamber! MÜ?m inleri savaşa teşvik et. Eğer içinizde sabırlı yirmi kişi bulunursa, iki yüz kişiye galip gelirler. Eğer içinizde (sabırlı) yüz kişi bulunursa, inkâr edenlerden bin kişiye galip gelirler. Çünkü onlar anlamayan bir kavimdir.?
Diyor ama sonra;
66- Şimdi ise, Allah yükünüzü hafifletti ve sizde muhakkak bir zaaf olduğunu bildi. Eğer içinizde sabırlı yüz kişi olursa iki yüz kişiye galip gelirler. Eğer içinizde (sabırlı) bin kişi olursa, Allah'ın izniyle iki bin kişiye galip gelirler. Allah, sabredenlerle beraberdir.
Diyor. Dolayısı ile kulların elinden gerçekleşecek emirler kulların motivasyon ve durumlarına bağlı değişkenlik göstereceğinden kesin tarih verilmemesi normaldir.
3- Kehf 23 Emir ve hükmün Allaha ait olduğunu o bana iyilik emir buyurduğunda bütün dünya birleşse o iyiliğe mani olamayacağına eğer fenalık emir verirse de bütün dünya birleşse önleyemeyeceğine iman ederiz. O yüzden de emri üzere onu tesbih ederek İNŞAALLAH deriz. Yani ?Allah emir verirse?
4- Bakara 216 da ise biz kullar işin içyüzünü tam idrak edemeyeceğimiz için yanılacağımızı ama Allah olayların iç yüzlerini detaylarıyla bildiği için bizim bilemediklerimizi bildiğini anlıyoruz.
KADER İNANCI SAÇMALIKLARINI ÇÜRÜTMEYE RUM SURESİNİN BİR KAÇ AYETİ BİLE YETER. ALLAH GELECEĞİ BİLİR Mİ?

(NOT; Bu forumda 2008 tarihinde paylaştığım “Hadid 22 ve olayların levhi mahfuza ne zaman yazıldığı” başlıklı bir başlığım var. O başlıkta “Allahın geleceği bilmesi” mevzusunu tartışmıştık. 
Link; http://www.kuranformu.com/forum/index.php?topic=121.0

Tabi o dönmelerde ben tek kalmaktaydım. O yüzden de gayet mahcup bir ifadeyle düşüncelerimi dile getirdiğimi hatırlıyorum. 1993 lerde konuyu ilahiyatta yanlış hatırlamıyorsam Süleyman Ateşe açmıştım. Ancak ben delil sorduğumda söyledikleri çocuk avutur cinsindendi ve güldüm geçtim. Bu bilgiyi defalarca Kurandan sorguladım. Ancak kesinlikle her sorgulamamda “insanların ne yapacağını Allahın bildiğine yönelik kurandan hiçbir bilginin olmadığını her defasında gördüm. 

Şimdi çok şükür ki artık konuyla ilgili yalnız değilim. Bayındır Hoca da “Allah yapacaklarımızı bilmez, bilmek için imtihan eder” diyor.Bu bilgiye ne zamandır sahip bilmiyorum. Ama artık yalnız olmadığım için mutluyum.)

1- Elif Lâm Mîm.(2-5) - Rumlar, yakın bir yerde yenilgiye uğratıldılar. Onlar yenilgilerinden sonra birkaç yıl içinde galip geleceklerdir. Önce de, sonra da emir Allah'ındır. O gün Allah'ın (Rumlara) zafer vermesiyle mü'minler sevinecektir. Allah, dilediğine yardım eder. O, mutlak güç sahibidir, çok merhametlidir.

6- Allah, (onlara zafer konusunda) bir vaadde bulunmuştur. Allah, vaadinden dönmez. Fakat insanların çoğu bilmezler.

7- Onlar dünya hayatının ancak dış yönünü bilirler. Ahiret konusunda ise tamamen gaflettedirler. 

 
ALLAH GELECEĞİ BİLİR Mİ?
 
İnsanlar, Allah’ın geleceği bildiği bilgisine o kadar şartlanmışlardır ki aksini söylemek insanların büyük tepkisine neden olmakta. Çünkü koskoca kader inancı bu önermenin üzerine inşa edilmiş durumda. Bu bilgiyi çektiğinizde koskoca bir inanç sistemi çökmektedir. Konuştuğum birçok kişi bu bilginin kesin doğruluğunda ittifak etmiş durumdadırlar.
 
Dini inançlarımı Kuran bilgisiyle oluşturmaya karar verdiğim zamanlardan bu yana, dile getirmekten dolayı yalnızlığını yaşadığım ve ucube olarak görüldüğüm dinle ilgili birçok konu oldu. Ancak geçmişte ucube olarak görülmeme neden olan birçok konunun bugün başkaları tarafından da dile getirilir olmasından dolayı birçok konuda rahatlama yaşadığımı ifade etmeliyim.
 
Fakat “Allah insanların ne yapacağını kesin bir bilgiyle bilmez” dediğim zaman çevreme baktığımda hala bu konuda büyük bir yalnızlık yaşamam, aslında beni de ürkütüyor. Fakat Kuranı analizci bir yöntemle anlamaya çalıştığımızda bu sonuçtan başka bir sonuca da ulaşmamız mümkün değil. Elbet herkesin baktığı bir şey de aynı şeyi görmesi mümkün değil. Ama en azından dikkati çektiğimizde bazılarının benim de gördüğüm şeyleri görmesi gerekmez mi?
 
Peki, neden benim söylediğimi söyleyen bir Allah’ın kulu yok!
(Dün 23-12-2012 de Abdülaziz Bayındır'ın da aynı düşüncede olduğunu öğrenmiş olmaktan dolayı mutluyum)

1- Ben yanlış analiz etmiş olabilirim. (Bu da bir ihtimaldir. Hem de eğer bir kişi bile senin gördüğünü göremiyorsa büyük bir ihtimalle de böyledir. Seneler içerisinde yanlışlığımı fark ettirecek birilerini aradım. Sapık olarak damgalanabileceğimi bile bile bu konuyu birçok kere açtım. Üzerinde çok düşündüm. İtirazları dinledim. Sonuç; şu ana dek konuyu yanlış analiz ettiğimi hissettiren bir bilgi (ayet) olmadı. Olmadığı gibi bütün ayetler düşüncemin doğruluğunu sürekli gösterdi.)
 
2- “Allah insanların ne yapacağını bilir” bilgisi İnsanların sarsılmaz bir inançla inandıkları bir bilgi. Kader inancını bu bilgi üzerine inşa etmişler. Bütün bir kuranı bu bakış açısıyla anlamışlar, yorumlamışlar. Çat pat ta olsa bir iki yerinde uyuşmazlık ta olsa kafalarında sorunları çözmüşler. Bir de kader konusu üzerinde konuşmayı güya peygamber hadisiyle de yasaklayıp konuşanları günahkâr ilan etmişler. Sonrasında ben ne dersem diyeyim otomatikman sapık konumuna düşmüş oluyorum zaten. Konuyla ilgili İnsanların zihinleri önyargılarla dolu. Gerçeklerin üzeri kalın bir örtüyle kapanmış vaziyette. 
 
Muhtemelen konu peygamber dönemine ait bir sorun değil. Onlar konuyu Kuranın anlattığı ve peygamberimizin de izah ettiği şekilde dosdoğru anlıyorlardı. Ancak sonradan ortaya atılan fikirlerle zihinler bulandı ve gerçekler görülmez oldu. Tıpkı durgun suyun berraklığında bütün çakıllar apaçık görünürken birilerinin gelip suyu bulandırmasının ardından suyun berraklığını kaybedip o rengârenk çakılların görünmemesi gibi. Görünmüyorlar artık.
 
3- Ben bir şeye dikkati çektiğimde karşımdaki kişi mevcut yanlış işlemler üzerinden bir analiz yapıyor ve vardığı sonuçla haksız olduğum kanısını kendince kuvvetlendiriyor. 
 
(Hâlbuki yanlış bir bilgiye dayalı olarak yorumladığımız her konu zaten yanlıştır. Yani yanlış ölçü yanlış terazinin sonucudur. Siz o teraziyle ne tartarsanız tartın hep yanlış tartmış olursunuz. Öyleyse tartma işi doğru teraziyle yapılmalıdır. Yine başka bir ifadeyle matematik te doğru sonuç için doğru işlem yapmak zorundasınızdır. Yanlış bir işlem ile sayfalar dolusu işlem yaparsınız ve bir sonuca da ulaşırsınız, üstelik doğru olduğuna inandığınız bir sonuca. Ama asla doğru sonuca ulaşamazsınız. (İtiraz; “herkes yanlış bulmuş bir tek sen mi doğruyu bulmuşsun” şeklinde olmakta.))
 
4- Doğru bir bakış açısı ile aynı frekansı yakalayamıyoruz. Ben gökyüzünde hareket eden küçük bir uçağı işaret ediyorum. Karşımdaki kişiye fark ettiremiyorum. (İtiraz; “bir tek sen mi görüyon bunu niye senden başka kimse göremiyor. Milyonlarca kişiden biri mutlaka görürdü herhalde değil mi?” şeklinde olmakta. İtiraz sahibi doğru söylüyor aslında. Zaten ben de bu kadar uzun bir girizgah yazısını bunun için yazmaktayım. Ne var ki ben baktığım zaman böyle görüyorum. Yalan söyleyip sizin gördüğünüzü mü gördüğümü söyleyeyim.)
 
5- “Allah insanların ne yapacağını kesin bir bilgiyle bilmez” denildiği zaman sanki Allaha eksiklik izafe edilmiş gibi olmaktadır.İnsanlar böylesi iddialı bir bilgiyi söylemekten ve akıllarına bile getirmekten imtina etmektedirler. Belki de bazı ilim adamları bu bilgiyi fark etmiş bile olsalar sanki dile getirmekten çekiniyorlarmış veya geçmişte çekinmişler gibi geliyor bana. Sanki.
 
Artık konuya girelim.
 
ALLAH YAKIN GEÇMİŞTEN HABER VERİYOR
 
2. Ayet: “Rumlar yakın bir yerde yenilgiye uğradılar” derken Allah, olmuş bitmiş bir bilgiyi haber veriyor.
 
ALLAH GELECEKTEN HABER VERİYOR
 
3. Ayet: “Ama onlar, bu yenilgilerinin ardından ilerde galip geleceklerdir” “Sin” harfi gelecek zaman için kullanılır. Dolayısıyla bizler bu bilgi ile gelecekte olacak bir bilginin haber verildiğini anlıyoruz. (Çoğunuz “eee hoca bak gördün mü Allah gelecekte olacak bir olayı haber veriyor” demektesiniz sanırım. Evet, doğru ayet gelecekten haber veriyor. Ve demektesiniz ki “Demek ki Allah gelecekte olacakları biliyor”. Evet, öyle. 
 
KADERCİ ANLAYIŞ ALLAH’I HİÇLEŞTİRMEKTEDİR
 
Ama benim bu bilgiden vardığım sonuçla kadercilerin vardığı sonuç aynı değil. Şöyle ki; Ben, gelecekte Rumların galip gelmesinin nedenini “öyle olacak ta onun için” veya “öyle gerçekleşecek te onun için” şeklinde açıklanmasını “zamana kulluk veya zamanın ilahlaştırılması” anlamına geldiğini düşünmekteyim. Aynı zamanda böyle bir söylem “Allah’ı ve iradesini itibarsızlaştıran” bir söylemdir. Yani farkında olmadan “Allahı hiçleştiriyoruz”.
 
Peki, Rumların gelecekte galip geleceğini Allah, gelecekte öyle olacağını bildiği için haber vermiyor mu? Hayır. Allah “öyle olacağı veya öyle gerçekleşeceği” için değil, bizzat, Rumların galip gelmesini “irade buyurduğu” yani bizzat “böyle istediği” için gelecekte Rumların galip geleceğini söylüyor. (Bunu sonraki ayetten rahat anlıyoruz zaten) Yoksa gelecekte olayların öyle gerçekleşeceğinden dolayı değil. Aradaki farkı umarım anlatabiliyorumdur. 
 
Arada Allah’ın iradesini var saymak veya yok saymak gibi koca bir fark var. Gelecekte gerçekleşecek o olayın Allah’ın bizzat “öyle istiyor” olmasından dolayı değil de gelecekte “öyle gerçekleşeceğinden” dolayı Allahın biliyor olması tamamen farklı şeylerdir. İşte bu fark nedeniyle kaderci anlayışta “Allahı ve iradesini itibarsızlaştıran” bir söylem var demekteyim. Bu nedenle “Allahı hiçleştiriyoruz” demekteyim. Bu nedenle kaderci anlayışın açıklama biçiminin “zamana kulluk veya zamanın ilahlaştırılması” anlamına geldiğini söylemekteyim.
 
ALLAH KESİN TARİH VERMİYOR
 
4. Ayet: “Birkaç yıl içinde” denmekte. Neden tam tarih veya saat verilmiyor. Kaderci anlayışınız doğrultusunda birçok yorum getireceksiniz elbet. Elbet getirdiğiniz tüm açıklamalar tüm benliğinizle doğru olduğunu düşündüğünüz açıklamalar. Anlıyorum. Ama ne olur birazcık ta siz beni anlasanız. 
 
ALLAH NEDEN KESİN TARİH VERMİYOR?
 
Söyler misiniz? Allah tam tarih verseydi işin sırrı mı bozulurdu, imtihanın sırrı mı kaçardı. Neden tam tarih verilmiyor.
 
Benim cevabım şu: Konuyu Hz. Musa örneğiyle anlatacağım ki daha iyi anlaşılsın.
 
Allah Rumların galip gelmesini istemektedir. Aynı Allah’ın İsrail oğullarından biri ile Firavuna haddini bildirmek istemesi gibi. Allah bu emrinin (“vaadinin”) gerçekleşmesi için nasıl ki yeryüzünde insanları vahiyleriyle yönlendirmiş ve planını icraya sokarak muvaffakiyet elde etmişse Rumların galip gelmesine yönelik emri için de Allah elbet plan yapmış ve devreye sokmuştur. 
 
Allah’ın kullara yönelik böylesi emrinin ve planlarının olduğuna yönelik o kadar çok ayet vardır ki ben daha çok enfal suresinin iyi bir analizle tekrar tekrar okunmasının konuyu daha da anlaşılır kılacağını düşünüyorum. Örneğin Enfal 44. Ayette;
 
“Karşılaştığınızda onları sizin gözlerinize az gösteriyordu. Sizi de onların gözünde azaltıyordu ki, yapılmasına karar verilen işi yürürlüğe koysun. Zaten bütün işler Allah'a döndürülür”
 
Tabi ki planın işlemesi için Allah, vahyi ile insanları yönlendirmektedir. Yukardaki ayette, Hz. Musa’nın hikâyesinde ve daha pek çok anlatımda Allah’ın planının telkinler ve yönlendirmeler ile nasıl devreye sokulduğunu görmemiz mümkün. 
 
Ancak bu planın işlemesi, kulların eli ile gerçekleşeceğinden, her şeyin planlandığı gibi gitmesi her zaman için mümkün olmayabilir. Çünkü insanlar özgür iradesi olan varlıklardır ve insanlar Allah’ın vahyi (telkinleri) dışında farklı kararlar alarak uygulayabilirler. Örneğin Hz Musa olayında anne, annelik duygusuyla neredeyse işi açığa çıkaracaktı. Ama Allah ona metaneti telkin etti. (İlgili ayetlere bakınız) Ayrıca Enfal suresi 65-66. Ayetlere de bakalım;
 
65- “Ey Peygamber! MÜ’m inleri savaşa teşvik et. Eğer içinizde sabırlı yirmi kişi bulunursa, iki yüz kişiye galip gelirler. Eğer içinizde (sabırlı) yüz kişi bulunursa, inkâr edenlerden bin kişiye galip gelirler. Çünkü onlar anlamayan bir kavimdir.”66- Şimdi ise, Allah yükünüzü hafifletti ve sizde muhakkak bir zaaf olduğunu bildi. Eğer içinizde sabırlı yüz kişi olursa iki yüz kişiye galip gelirler. Eğer içinizde (sabırlı) bin kişi olursa, Allah'ın izniyle iki bin kişiye galip gelirler. Allah, sabredenlerle beraberdir.
 
Ayetlerden görülmektedir ki kulların motivasyonlarındaki düşüklük, sonucu veya durumu değiştirebilmektedir. Bu durum aynı zamanda planın da her zaman, planlandığı gibi gidemeyebileceğini gösterir. Fakat mutlak anlamda emir Allah’ın olduğu için işin olması da kesindir ve Allah bu durumlarda başka unsurları devreye sokar. Yine enfal 45; den örnek vereyim ama inanın daha pek çok örnek var.
 
“Karşılaştığınızda onları sizin gözlerinize az gösteriyordu. Sizi de onların gözünde azaltıyordu ki, yapılmasına karar verilen işi yürürlüğe koysun. Zaten bütün işler Allah'a döndürülür”
 
İşte bu anlattığım nedenlerle tam tarih verilmemesi gayet normaldir. Çünkü planın bir ucunda kullar var. Ve plan kullar aracılığı ile işliyor. Her ne kadar Allah’ın vahyi ve telkinleri ile kullar Allah’ın planı doğrultusunda yönlendiriliyor olsalar da özgür iradeye sahip kullar, telkin edilenin dışında hareket edebilmektedirler. Bu da konuyu çok ihtimalli yapacağından tarihin kesin belli olmamasına neden olur. Onun için Allah kesin tarih vermiyor. Tarih kesin belli olmasa da tahmini süresi ve işin kesin gerçekleşeceği bellidir. 
 
TARİH KESİN BELLİ OLMASA DA İŞ ENİNDE SONUNDA ALLAH’IN DEDİĞİ GİBİ OLUR. ÇÜNKÜ “EMİR ALLAH'INDIR”
 
4. Ayet: “Önce de, sonra da emir Allah'ındır” Emir Allahtan olduğu için Allah’ın olmasını dilediği şey eninde sonunda mutlak anlamda kesin olarak gerçekleşir. Yani tam tarih belli olmasa da birkaç sene içinde kesinlikle Rumlar galip geleceklerdir. Çünkü Allah böyle istemiştir. Emir Allahlındır.
 
(Son söylenenlerden cebriyeci bir anlam çıkaranlar varsa eğer, ya ben yanlış anlattım ya da siz yanlış anladınız demektir. Onların söylemleri daha farklıdır.)
 
Ayetin devamında “Ve o gün müminler sevineceklerdir” denmektedir.
 
ALLAH’IN İSTEDİĞİ OLMAYACAK DİYE BİR ŞEY AKLINIZA GELMESİN. ÇÜNKÜ O ÜSTÜN VE GÜÇLÜDÜR.
 
5. Ayet:“O, (yardım) isteyen kimselere yardım eder. O, güçlü ve üstün olandır, esirgeyendir.”

Emir Allahındır ve Allah’ın istediği olmayacak diye bir şey aklınıza da gelmesin. Çünkü o üstündür ve güçlüdür.
 
“(BU,) ALLAH'IN VA'DİDİR; ALLAH, VADİNDEN GERİ DÖNMEZ. ANCAK İNSANLARIN ÇOĞU BİLMEZLER.”
 
İşte konumuzu, devam eden bu 6. Ayet çok güzel açıklamış olmuyor mu?. Aslında Allah “Ancak insanların çoğu bilmezler.” Derken aslında bizim şimdi konuştuğumuz konuyla alakalı olarak bunu söylememektedir. Ancak kullanılan ifade, konuyla alakalı olarak duygularımı ifade etmesi bakımından tam da denk düştü diyebilirim. 
 
Allah’ın “insanların çoğu bilmezler” dediği şey; Allah emir buyurduğu zaman onun mutlaka gerçekleşecek olduğunu çoğu insanın bilmediğidir. Olayın görünen tarafında sonuç aleyhte iken aslında Allah’ın vaadi nedeniyle lehte sonuçlanacaktır. Ama insanların çoğu bunu bilmemektedirler. İşte hemen arkadan gelen 7. Ayette: bu bilemeyişin nedeni açıklanmıştır.
 
“ONLAR DÜNYA HAYATININ ANCAK DIŞ YÖNÜNÜ BİLİRLER. AHİRET KONUSUNDA İSE TAMAMEN GAFLETTEDİRLER.”
 
Denmiştir. Yani insanların çoğunun bilemeyişinin nedenini Allah, olayları ancak dış ve görünen yönüyle değerlendirmemize bağlamaktadır. Çünkü İnsanlar sadece görünenden hareketle dünya hayatına ilişkin yorum yapmaktadırlar. Görünen kısmında ise insanların kendi iradeleri ile yaptıkları iş ve eylemlerin var olduğu sanılmaktadır. Oysa insanlar arkadaki görünmeyen iradenin farkında bile olamamaktadırlar. Olayın görünen tarafında sonuç lehte görünmüyor da olsa gerçekte Allahın emri nedeni ile veya verdiği söz nedeni ile lehte sonuçlanacaktır.
 
Dünya hayatını böylesine yüzeysel (zahiri) değerlendirebilen insanoğlu, Ahiret konusunda ise tam bir gaflet içindedir. Maalesef.
 
(Konu sonuç itibarı ile bir şekilde cebriyeye bağlanmış gibi görünmektedir. Oysa konu Allah’ın iradesi- Kulların iradesi bağlamında, bir bütün olarak ele alındığında ne anlatılmak istendiği daha açık anlaşılabilmektedir. Yine bilinmelidir ki dünyadaki bütün işler salt Allah’ın iradesi doğrultusunda yürümez. Allah’ın, kulların iradesine bıraktığı bir çok husus vardır.
 
Allah’ın iradesinin, işi kulların iradesine bırakmak şeklinde tecelli ettiği bir olaya örnek olarak Zülkarneyn kıssasını verebiliriz. Zülkarneyn kıssasında Allah, kavmin durumuyla ilgili hükmü yani kararı Zülkarneyn’e bırakmıştır. Allah’ın orada kavimlerle ilgili iradesi; ne yapılacağının kararını Zülkarneyn’e bırakmak şeklinde olmuştur. Allah eğer o kavimleri cezalandırmayı dilemiş olsaydı bunu emir buyururdu Zülkarneyn’e. Ama Allah öyle yapmadı. Kararı Zülkarneyn’e bırakarak ister cezalandır ister affet dedi.
 
Kuranda çokça zikredilen bir ayeti de tekrarlayalım “insanlar kendi elleri ile yaptıklarından hesaba çekileceklerdir.” Ve başından itibaren konunun üzerine oturtulduğu mantık kavrandıysa meselenin cebriye ile hiç te bir alakasının olmadığı fark edilecektir. Ele aldığımız ayet gelecekte Allahın olmasını dilediği bir mesele ile ilgilidir. Ve ebetteki Allah’ın dilediği şey mutlaka olur. İlgili ayetlerde geçen Allah’ın dilemesini külli irade kavramı ile de ilişkilendirebiliriz. Belki daha iyi anlaşılır diye düşünerek. 
 
Ayrıca konunun bir de levhi mahfuza yazımı ile ilgili kısmı vardır ki bunu “Hadid 22 ve olayların levhi mahfuza ne zaman yazıldığı” şeklinde bir başlıkla başka bir forumda ele almış ve orada tartışmıştım. Linki:
 
http://www.kuranformu.com/forum/index.php?topic=121.0
 
Forumdaki o tartışma da, Allah’ın ahirette geçen diyalogları, şimdiden kuranda anlatmasının “Allah’ın geleceği bilmesi” savı üzerinde takılmıştım. Takıldığım o konu işin doğrusu beni yine bambaşka bir bilgiye götürdü. Ancak şimdilik o bilgiyi paylaşmıyorum. Üzerinde daha çalışmam gereken bir konu.
 
Yine Allah’ın zamandan münezzeh olmasının nasıl yanlış anlaşıldığı ile ilgili ve zaman kavramına yüklenilen yanlışlıklarla ilgili bazı forumlarda açmış olduğum konular var. 
 
Konu aslında biraz daha ilerisinde tüm anlayışımızı değiştirecek ölçüde geniş bir konudur. Ve tüm bu konular, kader bağlamında hep yanlış değerlendirile gelmiştir. İşte birbiriyle bağlantılı birçok yanlışlık nedeniyle anlattığım şeyler çoğu kere anlaşılamamaktadır. Aslında üzerinde düşündüğüm ve notlarını da aldığım bu konularla ilgili çalışmalarımı birleştirerek insanlara bir eser takdim etmeyi çok isterdim. Belki ilerde neden olmasın. Bugün bu yazıyı izlediğim bir videodan dolayı ele aldım. Kabaca da olsa konuyu ifade etmeye çalıştım. Maalesef su bulanık olduğu için söylediğimiz birçok ifade yanlış anlaşılabilmektedir. Biz yine de sürçü lisan ettiysem affola diyelim.
 
Allahın selamı ve selameti üzerinize olsun.) 
 
Mevlüt Kıraç
Mezuniyet: Selçuk Üniversitesi İlahiyat fakültesi 1995.
 ________________________________________________________________________________ 
Rum Suresi
1-الم
2-غُلِبَتِ الرُّومُ
3-فٖى اَدْنَى الْاَرْضِ وَهُمْ مِنْ بَعْدِ غَلَبِهِمْ سَيَغْلِبُونَ
4-فٖى بِضْعِ سِنٖينَ لِلّٰهِ الْاَمْرُ مِنْ قَبْلُ وَمِنْ بَعْدُ وَيَوْمَئِذٍ يَفْرَحُ الْمُؤْمِنُون 
5-بِنَصْرِ اللّٰهِ يَنْصُرُ مَنْ يَشَاءُ وَهُوَ الْعَزٖيزُ الرَّحٖيمُ 
6-وَعْدَ اللّٰهِ لَا يُخْلِفُ اللّٰهُ وَعْدَهُ وَلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ
7-يَعْلَمُونَ ظَاهِرًا مِنَ الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا وَهُمْ عَنِ الْاٰخِرَةِ هُمْ غَافِلُونَ

++++++++++++++++++++++++++++++++++++++++

DÜZELTME:

26 Aralık 2012 tarihinde yayınladığım bu yazımda 9 Ekim 2013 tarihi itibarı ile aşağıda belirttiğim nedenlerden dolayı değişiklikler yaptım. 

BAŞLIK YAZIMDA DÜZELTME YAPTIĞIM YERLER VER NEDENLERİ;

1- “Bayındır Hoca da “Allahın geleceği bilemeyeceğini” dile getiriyor. “
Düzeltme: Bayındır Hoca da “Allah yapacaklarımızı bilemez, bilmek için imtihan eder” diyor. 
Düzeltme nedenim: Aslında ben bu yazıyı yazarken “Allah geleceği bilemez” derken ki kastım “Allah yapacaklarımızı bilemez” demekti. Kastımın bu olduğu, yazının tamamı okunduğunda zaten anlaşılmaktadır. Ancak ifade ederken kastımı yanlış cümle ile ifade etmişim. Bu da yanlış anlaşılmalara veya yorumlara neden olmaktadır. Şöyle ki;

Allahın kullarına yönelik, geleceğe ilişkin plan takdir ve hükümleri vardır. Bu takdirleri gelecekte olması yazılmış takdirlerdir. Bunlar ya imtihana ya da yaptıklarımıza karşılık olarak Allahın belirlediği mükafat ve cezalardır. Allahın geleceğe ilişkin bu takdirleri gelecekte olması Allah tarafından belirlenmiş takdirleridir ve bu bilgilere aynı zamanda “ĞAYB BİLGİLERİ” dendiği hepinizin malumudur.

Bu yüzden bugün itibarı ile, kastımın yanlış anlaşılmasına neden olan bu ifademi yukarıdaki yazımda düzeltiyorum.

Aorskaya; bilgiye gayet açık olduğun yazdıklarından anlaşılıyor. Çoğu kişi bildiklerinin yanlış çıkması korkusunu öyle yoğun yaşıyorlar ki bu korku onları ister istemez saldırıya itiyor. Halbuki kendinden ve bildiğinden emin olamayanlar karşı fikirlere kapalıdırlar. Bana göre bilgide hakka ulaşmanın birinci basamağında zihnin “NÖTR” olması çok önemlidir. Bu nötr duruma “fıtrat” durumu da diyebilirsiniz. Yani bilgiyi değerlendirirken lehte ve aleyhte tüm görüşlere eşit mesafede olabilmeliyiz. Sağlıklı  değerlendirmeler yaptıktan sonra ancak, kanaatlerimizi şekillendirmeye başlamalıyız.

Binli yıllarda konuşulan konular, fikirsel zenginlikler o kadar yüksek ki bizler şu an o zamanlarda konuşulabilen konulara vakıf bile değiliz. Bu sözlerimi o dönemki zihin zenginliğimizi fark edelim diye söylüyorum.

“BİLMEZ” ile “BİLEMEZ” arasında tabi ki anlam farkı var. Bu anlam farkına göre aslında her iki kelimeyi de kullanmamız yanlış oluyor. Çünkü “bilmez” derken sanki bilinebilir bir şey olmasına rağmen “bilmiyor” muş gibi anlaşılıyor. “Bilemez” dediğimizde ise yine sanki bilinebilirmiş te “bilemez” miş gibi anlaşılıyor.

Lokman 34 de belirtildiği gibi hiç kimse yarın neyi “kesb” edeceğini  yani neyi kazanacağını “BİLEMEZ”. Neden bilemez? Çünkü kimsenin henüz olmayan ve olması da belirlenmemiş bir şeyi bilebilmesi mümkün değildir. Bu hiç kimse içine Allah ta dahildir. Bilinebilirliğini iddia etmek ancak kazanılacak şeylerin önceden belirlenebilmesi ile mümkün olabilir. Allah hiçbir ayetinde böyle belirlenen bir gelecekten bahsetmediğine göre hiç kimse tarafından da bilinebilmesi asla mümkün değildir. Ancak Allah'ın belirledikleri hariç!!!

“İSTİTAA” konusunda ise şöyle düşünmekteyim; Allah daha yaratmanın başlangıcında yarattıklarını “bir şeyleri yapabilme” gücü ile birlikte yaratır. Varlıklar daha başlangıçta kendilerine verilmiş bu güç ile varlıklarını ya da yaşamlarını devam ettirirler. Ala suresi 2 ve 3. Ayetlerde Allah yarattıklarını şekil verip düzenlediğini ve ona yolu gösterdiğini söylüyor. Yani örneğin bizlere iki yolun varlığını gösterip dilediğimizi tercih edebileceğimizi söylüyor. Tercih edeceklerimizi yapabiliyor oluşumuz Allah'ın bize yaratırken verdiği o özgür güçten kaynaklanıyor.  Tabi ki bu güç sınırsız bir güçte değil. Çünkü Allah'ın İradesi  bazı şeyleri  sınırlandırıyor veya şekillendirebiliyor.   Çünkü Allah kendi iradesine bağlı müdahalelerini her zaman için yapar. Ancak Allah kendi yapacaklarında da, yine kendisinin koyduğu kurallara uymaya özen gösterir. (İlgili ayetler aklıma geliyor ancak rastgele yazmak istemiyorum. Ancak /örneğin; “kendileri için daha önce yazılmış bir yazı olmasa idi hemen helak edilirlerdi” şeklindeki ayetlere bakılabilir.)

Enam suresi 3. Ayet ile ilgili yuvarlak bir şeyler söylemedim. Bu ayet tahrifatı gösterdiği için böyle yazdım. Dikkat edilirse çoğu meallerde

“Sizin gizlinizi de bilir, açığa vurduğunuzu da. Sizin daha ne KAZANACAĞINIZI da bilir.”

Diye meal verilmiş. Oysa doğru meal;

“O, göklerde de, yerde de (tek) Allah’tır. Sizin gizlinizi, açığınızı ve ne KAZANDIĞINIZI bilir.”

Şeklinde olmalıydı.  Yani ayette Allah gelecekte ne kazanacağımızı bildiğini söylemiyor. Ama verilen yanlış meal nedeni ile sanki ayet o manaya geliyormuş gibi anlaşılıyor. Mesela sen öyle anlamışsın.
Diyorsun ki;

“En'am 3.ayeti, Rabbimizin her şeyi bildiğini ve burada tartışma konusu edilen "gelecekte olacakları" da bildiğini çok güzel açıklıyordu.”

Hayır öyle değil. Aksine bu ayette Allah kazandıklarımızı veya kazanmakta olduğumuz şeyleri bildiğini söylüyor.

Tevbe 51 de” esabe” kelimesi ile ilgili bir yazı hazırlamaktayım o zaman değineceğim.  Ama şunu belirtmeliyim ki; “esabe” kelimesine bağlı olarak hadid 22 ayetini yanlış anladığımı daha 2-3 hafta öncesinde yeni anladım.  Düşünebiliyor musunuz Bu konu 1993 yılından beri benim gündemimde olmasına rağmen hala ayetleri anlarken kaderci anlayışın etkisinden kurtulamamışım.

Şöyle ki Hadid 22 den biz hep "yapacaklarımızın yazıldığı" şeklinde bir anlama ulaşıyoruz. Abdülaziz Hoca da aynı anlamda düşündü. Halbuki böyle anladığımızda hataya düşüyoruz. Şöyle ki; Hem yapacaklarımız yazıya geçirilmiş oluyor hem de yaptıklarımız yazıya geçiriliyor. Zira kuranda yaptıklarımızın kaydedildiğine dair ayetler mevcut. Bu durumda yaptıklarımızla ilgili iki kayıt söz konusu olur. İki kayıt kurandaki bilgilere ters bir durumdur. Zaten ikinci kayıt lüzumsuz ve gereksizdir de.

 Bu ayette anahtar kelime “esabe” kelimesidir. Bu kelimeye ait bütün ayetleri okuduğumuzda ayeti biraz daha iyi anlamaya başlıyoruz.Esabe kelimesi ile kastedilen yapacaklarımız değil ki! Peki niye biz bu ayeti ben de dahil Abdülaziz hoca da dahil böyle anlayabiliyoruz.Hâlbuki  “esabe” kelimesi ile “yapacaklarımız” kastedilmiyor. Başımıza gelmesine karar verilmiş olaylar kastediliyor.

Senelerdir kaderci anlama şekli ayetleri belirli kalıplar içinde anlamaya sevk ediyor bizi. Birileri “Allah takdir etmediği geleceği bilmez”dediğinde hemen tepki gösteriyoruz. Neden? Çünkü bu görüşe muhalif bir çok ayet var olduğu sanılıyor. Hayır yok. Sadece anlama ve bakma sorunu var.


Sevgili kıraç kardeşim,

Elbette rabbimiz yerinde kendimizde hata aramalıyız. Buraya kadar bazı yazılarımda size zaman kavramından bağımsız anlatımları insanların anlaması mümkün olmayacağından zamana dayalı yapıldığını söylemişsem de bunu burada mansur kardeşimizin yazdıklarına da itirazlarınızdan dikkate almadığınızı görüyorum.

Siz iddianızı iki şeye dayandırıyorsunuz. 

1- Kuranda kullanılan "geçmiş zaman kipleri" ile anlatılanların yaşanmış şeyler olmaktan başka bir şeyi açıklamadığı,
2- Hesap gününde imtihan olmasından, imtihan ettiğine göre geleceği bilemeyeceği ve öğrenme için imtihan ettiği düşüncesidir.

Şimdi bu durumları sırayla ele alalım.

1- Kuran'da kullanılan anlatım dili biz insanların kelamı olmayıp, ama bizlerin anlayabileceği normlara sokulan rabbimizin dilidir. 

Sizler, kuranda anlatılanlar için kullanılan bazı geçmiş zaman kipine dayanarak, onların geçmişte yaşananlar olarak aktarıldığını aksi halde ise senaryo olacağını ve Allah'ın senaryo anlatmayacağını düşünüyorsunuz.

Rabbimizin senaryo anlatmayacağı kesindir. Ama, kesin olan bir şey daha vardırki, kesinleşmesi mutlak olan gelecekteki bazı mekan ve durumlar içinde geçmiş zaman kipi ile anlatım olduğudur. Bu kuranın  etimolojisi ve terminolojisi gereğidir. 

Rabbimiz örneğin cennette ve cehennemde olacak bazı şeyleri ve kişilerin durumlarını geçmiş zamanlı olarak anlatmaktadır. Halbuki, cennet ve cehennemdeki bu durumların kıyametten sonra  hesap günündeki durumlara göre ortaya çıkacağını yani bizim için gelecek olacağını biliyoruz.

Şimdi, bu bilgimize rağmen geçmiş zaman kipinde anlatıldı diye onların yaşanan ve biten şeyler olduğunumu kabul etmeliyiz. Yine burada zamanı hem bizler açısından hem de Allah açısından dikkate almamız gerekiyor. Bizler için bu olacaklar henüz gelecek iken, cennet ve cehennem yaşamı da ebedi forumda olmasından dolayı, rabbimiz katında zaman olmadığından ve kıyametin ne zaman kopacağınıda bilmediğimizden belkide şu an orada cennet ve cehennem yaşamında olduğumuzu anlayabilmeliyiz.

Bu kısım biraz karışık gibi gelebileceğinden basit bir örnekle açıklamaya çalışayım.

Diyelimki, 50 yıl sonra kıyamet kopazak. Şimdi kıyametin kopacağı 50 yıl sonraki süre bizim için 50 yıllık bir gelecek olurken, (bizim 1000 yılımız rabbimiz katında bir gün gibi ise 1000/50=20) rabbimiz katındaki bir günün 1/20 i kadar bir süre olmaktadır. Yani bize 50 yıl sonra kopacak kıyamet, rabbimiz tarafında 1/20 günde yaşanan bir olay olmaktadır. 

Buradan da bizler için gelecek bilgisi olan şeylerin, rabbimiz için geçmiş bilgiler olduğunu ve anlatımlarını bu formatta yaptığını gösterir.
Çünkü, gelecekte muhakkak gelecektir. Dolayısıyla, bu mutlak oluşumun anlatımı (yukarıda değindiğim gibi kesin oluşundan başka bir durum olmayacağından)  geçmiş zaman kipinde olmaktadır.

2- İmtihan konusuna gelince, öncelikle hesap günündeki imtihan anlatımından, bizim bildiğimiz klasik anlamda imtihan edileceğimiz gün olmadığını, ama imtihan sonuçlarının açıklandığı ve olası itirazların giderilmesi için delilleri ile açıklandığı bir gün olduğunu bilmeliyiz.

Çünkü, imtihan zaten kulluk görevinin yerine getirilmesi olarak dünya yaşamının bizzat kendisidir. İşte, vefatla imtihan biter. Sonra hep birlikte hesap gününde herkesin imtihanı değerlendirmesi sonuçları açıklanır. İyilikleri ağır basanların  kitapları sağdan, kötülükleri ağır basanların ise soldan verilir.

Şimdi, dünya yaşamının imtihan olması, yine rabbimizin hesap gününe kadar kimin ne yapacağını bilmemesi sonucunu doğurmaz. Rabbimiz, insanları kulluk etmek üzere ve islam üzerine (fıtrat) yaratır, sonra fıtrata uygun yaşaması gerektiğini ve buna göre yaşarsa cennette ebedi yaşamla, buna ters yaşarsa cehennemde ebedi yaşamla ödül veya azaba uğratılacağını söyler. (İslama göre yaşaması içinde neler yapması ve yapmaması gerektiğini açıklayan elçi ve kaynakları belirtmiştir. )

İşte bu serbestiyle yaşamına devam eden insanların neler yaptıklarını zaten bilen rabbimiz, neler yapacaklarını da daha yapmadan bilir. İmtihan sonuçları gibi açıklamalar daha önce de dediğim gibi sadece kulun, haksızlığa uğradığı iddialarını kendisine ve başkalarına göstermek için vardır. Yoksa, rabbimizin yarattığı bizleri, hiç bir açıklama yapmadan ceheneme göndermesi pekala mümkündür. Aslında buna itiraz da edilemez veya edilse de kıymeti olmaz. Ama, rabbimiz adaletini tesis için hesap gününü ve hesapların açıklanmasını benimsemiştir.

Yeri gelmişken, rabbimizin geleceği bilmesine ilişkin olarak, dini deliller dışında, sadece mantıksalş delillerle de kısa bir bakış açısı sunmak istiyorum.

Şimdi, eğer kainatın tek sahibi yani rabbimiz tarafından yaratıldığını kabul edebilen birisi varsa, o kimse; böyle bir düzeni kurabilen yaratıcı için, bununla kıyaslanmayacak kadar basite indirgenen yaşanacakları bilmesini de mantıklı bulmalıdır.

Güneş, ay, yıldız vb. gibi programlananların; programı değiştiremeden yapmaları gerekenleri yapacaklarını kabul edebilen bizler, bunların çok uzun süreler için programlı yaşayacaklarını bilen rabbin, programsız yaşanacakları da bilmesini neden kabul edemeyizki!

O zaman, programlansa dahi, örneğin bazılarının yörüngelerinin dışına çıkmayacağının garantisi ne olacaktır? Halbuki, bu garanti bizzat rabbimizin ilmi dahilinde ise, yine bizlerin gelecekte yaşayacaklarının bilineceğine ilişkin bilgiler de rabbin ilmi dahilindedir.

Rabbimiz, geleceği nasıl bildiğini bize açıklamadıkça biz de bunu bilemeyiz, ama sadece kuranda kardeşlerimizinde delil olarak sunduğu ayetlerde açıkladığı şekilde, herşeyi, gizli olmadan, yaşanmış, yaşanacak şekilde bildiğini biliriz.

selamlarımla,
aorskaya

Aorskaya; Demektesin ki;
1-
“Rabbimiz örneğin cennette ve cehennemde olacak bazı şeyleri ve kişilerin durumlarını geçmiş zamanlı olarak anlatmaktadırHalbuki, cennet ve cehennemdeki bu durumların kıyametten sonra  hesap günündeki durumlara göre ortaya çıkacağını yani bizim için gelecek olacağını biliyoruz.
Diyorsun.

Yasin suresinde;
“26,27. (Kavmi onu öldürdüğünde kendisine): “Cennete gir!” denildi. O da, “Keşke kavmim, Rabbimin beni bağışladığını ve beni ikram edilenlerden kıldığını bilseydi!” dedi.
28. Biz onun ardından kavmi üzerine gökten bir ordu indirmedik, indirecek de değildik. (Yasin 26-27-28)

Bu ayete göre kavmi daha dünyada iken o adama Allah “cennete gir” demiyor mu? O adam kavmi daha dünyada yaşıyorken cennete girmiyor mu?

Yazında Allah katında zaman olmadığını belirttikten sonra “belki de şu an orada cennet ve cehennem yaşamında olduğumuzu anlayabilmeliyiz.” Demektesin. Bu cümlenle hayatı da gerçekliği de alt üst ettiğinin farkında mısın bilmiyorum. Tam bir kaos durumu. Eminim ki ne dediğini sen bile anlamıyorsun.

1-   Allah katında zaman yok ne demek?
2-   Belki de şu an cennet veya cehennemdeyiz ne demek?

Bu ifadelerini ne akılla ne mantıkla ne de Kurandaki ayetlerle ilişkilendirebilirsin. Bu ifadeler kader inancına bağlı oluşmuş Allah inancına ait ifadeler. Bu ifadeler sadece çok kötü birer yorum. Bilgi değil. Bana kurandan Allah katında zamanın olmadığını söyleyebilir misin?

Örneğinde 50 yıl sonra ki kopacak kıyametin Allah katında 1 küsür saat sonrasında gerçekleştiğini yazarak güya bize göre 50 yıl sonraki bir olayın Allahın katında 1 saat sonra gerçekleştiğini buradan hareketle de bize göre gelecek zaman olan bir olayın Allah katında geçmiş zaman olduğunu yazmışsın.

Güzel örneklemelerde bulunuyorsun. Ne var ki örneklerin gerçekliği yok ediyor. Yani saçma bir iddiayı ispatlamak uğruna Allahın yarattığı evrenin gerçekliğini yok ediyorsun. Hiç mantıklı değil. Allah gökleri ve yeri gerçek olarak yarattığını söylüyor.

Bize göre gelecek zamanda yaşanacak bir olayın aslında Allaha göre yaşanmış ve geçmiş bir olay olduğunu iddia etmek hiç kuranla örtüşüyor mu?  Kuranda Allahın kulları gözetleyici “رَقٖيبً” olduğunu söylediği ayetlere bakalım. Gözetlemek “an” ile alakalıdır. Bize göre gelecekte yapacağımız bir şeyi Allahın çok önceleri gözetlemesi. Yok yok mantık alt üst.

NEDEN KURANDA YAPMAKTA OLDUĞUMUZ ŞEYLERİ (ma beyne eydihim)  BİLDİĞİNİ SÖYLÜYOR DA YAPACAĞIMIZ ŞEYLERİ BİLDİĞİNİ SÖYLEMİYOR.

Kestirmeden cevap istiyorum.  ALLAH DİYEMEZ MİYDİ “ben sizin yapacaklarınızı bilirim” DİYE. Mantığı, felsefeyi, aklı böylesine makul olmayan şekilde zorlamanın nedeni nedir?

“Allah katında bir gün bizim günümüzle 1000 yıl” dendiğinde ben şöyle anlıyorum; Bizim için 100 yıl süren bir ömür Allah katında (din gününde)sanki 2,5 SAAT kadarmış gibi olacak.

“79.46 - Onlar onu gördükleri zaman sanki (dünyâda) bir akşam veya onun kuşluk vaktinden fazla kalmamış gibi olurlar. (Naziat 46)”

Yani sanki uzuunmuş gibi görünen yüz yıllık sürenin aslında ahiretteki  gün hesabıyla 2,5 saat olduğunu fark edeceğiz. Ya da 100 yılı 2,5 saatte yaşamak gibi bir şey. Uykumuzda uzuuun saatler süren bir rüyanın aslında birkaç saniye sürmesi gibi bir şey. Normalde düşünüldüğünde birkaç saniye içinde o kadar uzun süren olayları yaşayamayız. Ama rüyamızda çok uzun sürebilecek olayları birkaç saniye içerisinde yaşayabilmekteyiz.

2,5 saat içerisinde dünyanın güneş etrafında 100 defa tur attığını gözlemlemektir bu. Yoksa henüz gerçekleşmemiş olan, ancak 100 yıl sonra gerçekleşecek olan 100. Turun 2,5 saat sonra gözlemlenmesi değildir. Yani bize göre 100 yıl sonra gerçekleşecek bir şeyi Allah henüz gerçekleşmeden 2,5 saat sonra gözlemlemesi diye bir şey olmaz.


Zamanla alakalı o ayetten ben, Allah katında 2,5 saat içerisinde, dünyanın güneş etrafındaki 100 turunun gözlemlendiğini anlıyorum. Bu ayeti ben bu şekliyle yanlış bile anlıyor olsam senin anladığın şekilde anlamanın en mantıksız anlama şekli olacağını düşünmekteyim.

2-   Demektesin ki;

“insanların neler yaptıklarını zaten bilen rabbimiz, neler yapacaklarını da daha yapmadan bilir. İmtihan sonuçları gibi açıklamalar daha önce de dediğim gibi sadece kulun, haksızlığa uğradığı iddialarını kendisine ve başkalarına göstermek için vardır.”

Bu söyleminin kaderci anlayışın temel söylemi olduğunu biliyorsundur. Bana sorarsan tamamen desteksiz ÇOK BERBAT BİR YORUMdan başka bir şey değil bu söylediklerin. Yalnız kesinlikle üzerine alınma. Ben kadercilere ait bu yorumun ne kadar mesnetsiz bir yorum olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Yoksa bu sözlerimi ben sana söylemiyorum.

a)   Allah’ın yapacaklarımızı bildiğine dair deliliniz nedir?
b)   Eğer Allah yapacaklarımızı biliyorsa neden Kuranda, “bilmek için imtihan ettiğini” defalarca söylemektedir?
c)   Allah biliyorsa neden imtihan etmektedir. İnsana nasıl kötü bir varlık olduğunu göstermek mi istiyor. Allah böylece kendince eğleniyor mu? Ayrıca Allah insana neden kötü olduğunu göstermek istiyor. (Kendi zaten biliyor olduğuna göre amacı bildiği bir şeyi yarattığına ispat etmek olmalı. Neden?)
d)   Kulun yapacaklarının önceden yazıldığına dair deliliniz nedir?
e)   Kulun “yapacakları” önceden yazılmışsa, ayrıca bir de neden “yaparken” ikinci bir kayıt tutulmaktadır?

Demektesin ki;

“kuranda kardeşlerimizin de delil olarak sunduğu ayetlerde açıkladığı şekilde, herşeyi, gizli olmadan, yaşanmış, yaşanacak şekilde bildiğini biliriz.”

Yaşanacakları bildiğine dair Kurandan bir delil olsaydı ben şimdiye kadar çoktan susmuş olurdum.

Selamun aleyküm,

Ben, geleceğin bilinebilirliğini kabul etmeyen bir kimse olsaydım; geleceğin bilinebilirliğine ilişkin bu ayetin delil olmayacağını nasıl anlamaya ve açıklamaya çalışırdım diye bir çabaya girdiğimde; şimşek gibi çakan bir düşünceyi göstereyim istiyorum.

1- rabbimiz, hamileliğin gerçekleştiğini öğrendikten sonra bu bilgiyi zekeriya'ya söylemiştir.
2- rabbimiz, peygamber seçeceği yahya'yı  salihlerden kılmıştır.

burada 2.şık, 1.şıkkı tamamlayan özelliklerdedir. 

Ama, 2. şık da belirtilen durum da örneğin;  "yunus" peygamber kıssasındaki örneği hatırladığımızda çürümektedir. Dolayısıyla geleceğin bilinmeyeceğine ilişkin başka açıklamalar bulunmalıdır.

Dediğim gibi, şimşek gibi çakan bu fikir de şimşek görüntüsünün kayboluşu gibi kaybolmak zorunda kalıyor.

selamlar,
aorskaya

Selamun aleyküm,

mevlüt kardeşim, 

Yazılarımdan şahsen hataya düştüğümü ve bununda gelenekçi anlayışın etkisinden olduğunu söylemişsenizde, konudan uzaklaşmamak ve polemik olmaması için bu kısımlara değinmeyeceğim.

Aslında yazıma tepkilerinizi gösteren ifadeleriniz üzerine atladığımız bir şeyin önemimini yeniden hatırladım. Burada, rabbimiz ile ilgili bir konuda tüm katılımcılar olarak gerçekten kendi açıklamalarımızı yapmak şeklinde gereğinden çok fazla yazılar yazmışız.

Halbuki, dini nasıl en iyi anlatan rabbimiz ise, kendini de en iyi anlatan rabbimiz olacağını unutup, hem bazı ayetleri yazıp hem de görüş bildirmişiz. 
Şimdi ise aşağıya rabbimizin herşeyi bileceğine ilişkin, başka hiç bir açıklamaya gerek bırakmayan bir kaç ayeti yazarak, başta siz olmak üzere tüm okuyucu kardeşlerimin bu ayetleri iyi anlamaya çalışması halinde rabbe geleceği bilmek de dahil imkansız hiç bir şeyin olmayacağını göreceklerini düşünüyorum.

şimdi;

a)   Allah’ın yapacaklarımızı bildiğine dair deliliniz nedir? 

sorunuzu cevaplayacak bir kaç ayeti yazalım.

2:255 - Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. O daima diridir (hayydır), bütün varlığın idaresini yürüten (kayyum)dir. O'nu ne gaflet basar, ne de uyku. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. İzni olmadan huzurunda şefaat edecek olan kimdir? O, kullarının önlerinde ve arkalarında ne varsa hepsini bilir. Onlar ise, O'nun dilediği kadarından başka ilminden hiç bir şey kavrayamazlar. O'nun kürsisi, bütün gökleri ve yeri kucaklamıştır. Onların her ikisini de görüp gözetmek O'na bir ağırlık vermez. O çok yücedir, çok büyüktür.

5:17 - Muhakkak ki, "Allah, ancak Meryemoğlu İsa Mesih'tir" diyenler kâfir olmuşlardır. (Onlara) de ki: " Allah, Meryemoğlu İsa Mesih'i, anasını ve bütün yeryüzündekileri helak etmek istese O'na kim engel olabilir? " Göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin mülkiyeti sadece Allah'a aittir. O, dilediğini yaratır. Allah, her şeye kadirdir.  
Göklerin ve yerin mülkünün Allah'a ait olduğunu, dilediğine azap edip dilediğini de bağışladığını bilmedin mi? Allah herşeye kâdirdir.

6:101 - Gökleri ve yeri yoktan var eden O'dur. Eşi de olmadığı halde, nasıl olur da çocuğu olur? Her şeyi yaratan O'dur. Ve O, herşeyi bilendir.

11:123 - Göklerin ve yerin gaybını bilmek yalnızca Allah'a mahsustur. Her iş O'na döndürülür. Sen yalnızca O'na ibadet et ve yalnızca O'na dayan. Rabbin yaptıklarınızın hiçbirinden gafil değildir.

14:38 - "Ey Rabbimiz! Sen bizim gizlediğimizi de açığa vurduğumuzu da şüphesiz bilirsin. Çünkü yerde ve gökte, hiçbir şey Allah'tan gizli kalmaz.

Şimdi, bu ayetlerde renkli olarak işaretlediğim yerlerde;

1- Rabbimizin her şeye kadir olduğu,
2- rabbimizin her şeyi bildiği,
3- Hiç bir şeyin ona gizli kalmadığı,
4- Gaybı sadece onun bildiği, 
5- Kullarının önünde ve arkasında ne olduğunu bildiği, diğer bir anlatımla geçmişinde yaşanmış ve geleceğinde  yaşanacakları bildiği,
görülmektedir.

şimdi de geleceği ele alarak bu durumlarla ilgisini kurmaya çalışalım.

1- Gelecek, her şey deyiminin kapsamına girer. Ayrıca, "kulların önünde" deyimiyle kastedilen şeylerin gerçekleşeceği zaman dilimi olmaktadır. O halde rabbimiz geleceği yaratma ve bilme kudretine sahiptir.
2- Hiç bir şey denirken, gelecekte dahil edildiğinden, geleceğin rabbimize gizli kalmadığı görülür.
3- Gelecek aynı zamanda bir gaybdır. Sadece Rabbimizin gaybı bilmesi geleceği de bilmesi demektir.
4-Kullarının önünde ve arkasında ne olduğunu bildiği, diğer bir anlatımla geçmiş ve geleceğinde yaşanmış ve yaşanacakları bildiği, sözünü ise ayrıca açıklamaya gerek yoktur.

Başka söze gerek kalıyormu acaba?

selamlar,
aorskaya