29 Ekim 2014 Çarşamba

Allah İnsanın Ne Yapacağını Bilmez mi

Allah İnsanın Ne Yapacağını Bilmez mi? 1
Talha Hakan Alp

Son günlerde sosyal medyadaki İslamî gündemi en çok meşgul eden konulardan birini ilahiyatçı Abdülaziz Bayındır'ın ortaya attığı 'Allah insanın gelecekte ne yapacağını bilmez' iddiası oluşturuyor.

Ses kaydı internette dolaşan bir telefon görüşmesinde Bayındır 'Allah senin kiminle evleneceğini önceden bilmez' diyor. Daha sonra bu iddiasını temellendirmek üzere yaptığı özel oturumların video kayıtlarında bunu bir prensip olarak şöyle ifade ediyor: 'Allah kulların ilahî imtihana konu olan işlerini önceden bilmez. İnsan bu nevi işleri ne zaman gerçekleştirirse ancak o zaman bilir.'

Bayındır bu iddiayı aynı konuşmalarda dile getirdiği iki temel gerekçeye dayandırıyor: Birincisi Allah'ın adalet ve hikmeti. İkincisi, Kuran-ı Kerim'in belli ayetlerine getirdiği yorum.
(ekleme: cübbeli Allah adaletli ve hikmetli davranmaya mecbur değildir manasını çıkaracak şekilde, Allahtan hesap soramazsınız diyerek birincisini aşmaya çalışıyor,
işin içine yorum girince herkezin zaten söyleyecek bir şeyleri oluyor)

Bugün bu gerekçeler üzerinde durup ilgili iddiayı değerlendirmeye çalışacağım. Ancak konuya girerken kısaca temas etmem gereken bir husus var. İlgili video kayıtlarını izleyenler, Bayındır'ın, Müslümanlığı bugünlere kadar taşımış meşhur tarihî-ilmî şahsiyetlerin mesailerini sadece çöpe çıkarmakla kalmayıp, ayrıca 'bu pisliklerden kurtulmamız lazım!' sözüyle ürkütücü boyutlara vardırdığı küstah tavrı hakkında da değerlendirme bekleyebilirler. Doğrusu bu konuda referans verdiği Süleyman Ateş'e bile 'bir din uzmanı nasıl böyle bir iddia ortaya atabilir?' dedirten birinin üslubunu kelamî/teolojik olmaktan çok bir ahlak/kişilik problemi gördüğümü, dolayısıyla durumun ilgililerce kritik edilmesi gerektiğini belirtmek isterim. Burada sadece iddianın arkasındaki aksiyomatik örgüyü değerlendirerek gündemi takip edenlerden tarafıma iletilmiş bazı zihin bulandırıcı istifhamları cevaplamak niyetindeyim.

Birinci gerekçeyi irdelemek üzere şu soruyu ortaya atalım: Allah, bizim yapıp edeceğimiz işleri önceden bilse ne lazım gelir? Bayındır hem zulüm hem hikmetsizlik lazım gelir iddiasında. Bağlantıyı da son derece teknik bir konu olan 'Allah'ın bilgisi değişir mi?' sorusuyla kuruyor. Soruya Ehl-i sünnet adına 'Allah'ın bilgisi değişmez' cevabını veriyor.

Bayındır devamla diyor ki, Allah bir kimsenin iyilik yapacağını bildiyse o kimsenin iyilik yapmaktan başka çaresi kalmıyor. Bunun gibi bir kimsenin kötülük yapacağını bildiyse onun da kötülük yapmaktan başka çaresi kalmıyor. Çünkü iyilik yapacak kimsenin iyilik yerine kötülük yapması, kötülük yapacak kimsenin de kötülük yerine iyilik yapması demek Allah'ın bilgisinin değişmesi demektir. 'Allah'ın bilgisi değişmez' prensibine göre ne iyilik yapanın ne de kötülük yapanın yaptıklarından başka bir şeyi yapma şansları var. Hal böyle olunca Allah'ın onlara iyilik yapmayı emretmesinin de kötülük yapmayı yasaklamasının da bir anlamı olmaz. Önünde tek seçenek olan kimseye bir şeyi emretmek ya da yasaklamak anlamsız ve hikmetsizce bir tutumdur. Böyle bir kimseyi yaptığı kötülükten dolayı cezalandırmak da zulümdür.

Bağlantıyı bu şekilde kuran Bayındır'ın son cümlesi belli: 'Allah adalet ve hikmet sahibi olduğuna göre O'nun insanın ne yapacağını önceden bildiğini söyleyemeyiz.'

Peki, Bayındır'ın kurduğu bağlantı sıhhatli mi? Hayır, sıhhatli değil. Allah'ın bilgisinin insanın seçimini boşa çıkardığını söylemek meseleyi etraflıca kavrayamamaktan kaynaklanıyor. Çünkü Allah'ın bilgisi yalın 'malûmu yansıtan' bilgidir, 'malûmu belirleyen' bilgi değildir. İlahî yazgı da böyledir.

Bunu kelam kitaplarında görürüz; Allah'ın kulunun yapacaklarını önceden bilmesi ve yazması, kulunun iradesini ne yönde kullanması gerektiğine (hükmedici) değil, ne yönde kullanacağına dair (vasfedici) bir bilgidir. (el-Fıkhu'l-ekber)

Kulun özgürlüğü adına Allah'ın iradesine sınırlama getiren Mutezile'nin, kahir ekseriyetiyle ezelî-ilahî bilgiye sınırlama getirme gereği duymaması da bunu teyid etmektedir. (Zemahşerî, el-Minhâc)

Belli ki Bayındır Allah'ın ilmiyle hükmünü, keza iradesiyle rızasını birbirinden ayırt edemiyor. Edemediği için de ilahî bilgiyi kulun iradesini yönlendiren/kısıtlayan bir hüküm/dayatma gibi kurguluyor.

Oysa ilimle hüküm farklı şeylerdir. İlim maluma tabi olduğu halde hüküm mahkûma tabi değildir. Allah bir şeyi, olmasını istediği/razı olduğu şekilde değil, nasıl olacaksa o şekilde bilir. Mesela Allah'ın biz insanlardan kendisine iman etmemizi istemesi bir hükümdür. Biz iman edelim ya da etmeyelim, o bizden iman etmemizi ister, bize imanı emreder. Ama bizim iman edip etmeyeceğimize dair bilgisi bize bağlıdır. Eğer iman edersek iman edeceğimizi, iman etmezsek iman etmeyeceğimizi bilir.

Şu var ki Yüce Allah bunları gerçekleşmeden önce bilir. O'nun bilgisi ezelidir. Çünkü O'nun için zaman-mekan gibi şartlar sözkonusu değildir. Allah'ın yüce zatı zamansal olmadığı gibi ilim-kudret gibi sıfatları da zamansal değildir. 'Allah ne zaman var oldu?' sorusu ne kadar anlamsızsa, 'Allah ne zaman bildi?' sorusu da o kadar anlamsızdır. Tabi ki Yüce Allah hep vardı, tabi ki Yüce Allah hep biliyordu. O'nun ne zatı ne ilmi için bir başlangıç ve oluşum aşaması mevzubahistir.

Bayındır tam bu noktada Allah'ın bilgisine atıf yapan bazı ayetlerdeki gelecek zaman kipine takılıp 'Allah fiillerimizi biz yaptıktan sonra bildiğini söylüyor, siz neye dayanarak ezelde bildiğini iddia ediyorsunuz?' diyerek ancak kelamî-usûlî alt yapıya sahip olmayan kimselerden beklenebilecek türden basit tepkiler veriyor.

Burada Bayındır'ın göz ardı ettiği nokta şu: Allah'ın, Kuran'da kendisiyle alakalı hususları belli zaman kipleriyle anlatması sadece iletişim gereğidir. Zamansal varlıklar olarak bizim bir şeyi zamandan bağımsız algılamamız imkânsızdır. Dil algının aynasıdır. Bunun için bütün dillerde fiillerin muhtelif zaman kipleri olduğu gibi yine bütün dillerde zaman ve mekân zarfları vardır. Kuran bizimle iletişim kurmak üzere bizim dilimizi kullandığından (Meryem, 97; Şuarâ, 195) içinde Allah lafzının geçtiği ayetlerde de yer yer geçmiş-şimdiki ve gelecek zaman kiplerinden faydalanmaktadır. Bu tür ayetler esmâ-sıfat ayetleri değildir. Yani Allah'ı tanıtan/vasfeden ayetler değil, -daha sonra örneklerini göreceğimiz gibi- Allah'ın bizimle kurduğu herhangi bir ilişkiyi anlatan ayetlerdir. Doğrudan Allah'ı tanıtan esma-sıfat ayetleri dururken bu ayetlerden –esmâ-sıfat ayetleriyle çatışacak- bir Allah inancı çıkartmanın doğru olmadığını sanırım konuşmaya lüzum yok.

Yüce Allah'ın bilgisinin değişmemesi meselesine gelince bu, hem akl-ı selimin hem birçok ayetin ifade ettiği üzere Yüce Allah'ın her şeyi bilmesi, her şeyden haberdar olması ve her şeyi kuşatmış olmasından kaynaklanır. Yüce Allah, insanın yanılmasına yol açan eksikliklerden/kısıtlılıklardan münezzeh olduğu için yanılmaz. Yanılmayacağı için de bilgisi değişmez. Bilgisinin değişmemesi bilgiye konu olan iyi-kötü hallerimizin bize dayatıldığı anlamına da gelmez. Çünkü ilahi bilgi bu hallerin sebebi değildir.

Sözün uzaması pahasına da olsa burada meseleye kelamî boyut kazandıran şu soruyu cevaplamadan edemiyorum: Biz insan olarak olayları önceden bilemediğimiz halde Allah önceden nasıl bilebiliyor? Az evvel de ifade ettiğim gibi Allah için önce ve sonra gibi zamansal kategoriler bahis mevzuu değildir.

Ayrıca bir hadiseyi bilmek için onun gerçekleşmesine gerek duymamak rubûbiyetin gereğidir ve bu Yüce Allah ile insan arasındaki en temel ontolojik farktan kaynaklanır. Allah'ın varlığı zorunlu/vâcib, insanın varlığı olumsal/caizdir. Kemal ve erdem adına her ne varsa hepsi O'nda baştan vardır, hiçbir kemal onda kazanım, edinim eseri değildir. Biz yaratılmışların varlığı olumsaldır, kemal ve erdem adına her ne varsa bizde kazanımla oluşur.

Kazanım, imkân, şartlar ve araçlar denkleminde teşekkül eder. İlim de bir kemaldir ve insan olarak bilgi imkânımız kısıtlıdır, belli araçlara ve zaman-mekân şartlarına bağlıdır. Bu şartlar aynı zamanda bilgimizin önündeki engelleri de oluşturur. İlahi bilgi ise kısıtlı değildir, önünde zaman ve mekân gibi engeller yoktur. Bu bakımdan Allah malumu/herhangi bir olayı henüz tahakkuk etmeden önce bilir.

İnsan realitesinde de bunun örneği vardır. Zekâsı, deneyimi ve sezgisi güçlü olan kimseler olayları önceden bilebilir, isabetli ve net öngörüler ortaya koyabilirler. Ne var ki insanın idrak kapasitesini zorlayan iç-dış illetler tahminlerinde bazen isabetsizliğe yol açabilir. Yüce Allah bu gibi illetlerden münezzeh olduğundan O'nun bilgisinin hem ezeli oluşunda hem de sürekli isabetli oluşunda anlaşılmayacak bir nokta yoktur. Bayındır ilgili konuşmalarda sık sık atıf yaptığı 'Allah'ın dengi hiçbir şey yoktur.' (Şûrâ, 11) ayetini tam da burada hatırlamalıdır. İnsan olarak aciz olduğumuz hususlarda Allah'ı kadir görmemiz; mesela bilgimizin zamana ve şartlara bağlı olması hususunda Allah'ın bilgisini ezeli ve şartlardan bağımsız görmemiz bu ve tenzih/tesbih muhtevalı diğer ayetlerin delaleti/gereğidir.

Konuyu şöyle bir temsille bağlayalım: Sahasında deneyimli, zekâ ve sezgisi güçlü bir hâkim, incelediği dosyada dikkatini çeken bazı verilerden hareketle henüz mahkeme olmadan kimin haklı kimin haksız olduğunu bilebilir mi? Bayındır'a göre hâkim ne kadar zeki, ne kadar deneyimli olursa olsun mahkeme olmadan bunu bilemez. Eğer bilirse mahkemenin adaletine gölge düşer. Ayrıca sanık ona 'madem haksız olduğumu baştan biliyordun, neden beni mahkeme ettin?' deme hakkına sahip olur. İş bununla kalmaz, sanık şunu da ekleyebilir: 'Benim haksız olduğumu baştan bildiğine göre haklı çıkmak gibi bir seçeneğim yoktu. Dolayısıyla her şey mizansenin bir parçası; suçlanmam ve ceza almam düpedüz zulümdür.'

Gördüğünüz gibi Bayındır'ın baktığı yerden bakarsak hâkimin deneyimi de zekâsı da başına bela olabilir, suçlu da yavuz hırsız misali haklı çıkabilir.

Oysa hem adaleti hem hâkimin kabiliyet ve tecrübesi gibi reel unsurları hesaba katan değerlendirme şöyle olmalıdır: Hâkim önceden kimin haklı kimin haksız olduğunu bilebilir, zaten bunun önüne geçmesi imkânsızdır. Ancak adalet hâkimin, tarafsız bir mahkeme gerçekleştirmeden hüküm vermemesidir. Böyle bir mahkeme gerçekleştikten sonra baştaki bilgisi adalete gölge düşürmediği gibi suçlu için koz da oluşturmaz.

Yüce Allah da ezeli ilmiyle kimin iyi kimin kötü olacağını biliyor, ama bilgisiyle yetinmiyor, dünyayı yaratıyor ve insanları imtihan ediyor. Tıpkı hâkim misalinde olduğu gibi çıkan sonucun ezeli bilgisiyle örtüşmesi ne imtihanın adilliğine gölge düşürür ne de mücrimler için koz oluşturur.

İkinci gerekçeye esas teşkil eden ayetlerin değerlendirmesini yazının sınırları elvermediği için önümüzdeki haftaya bırakmak durumundayım.

Merak eden kardeşlerimize ipucu olması için şimdilik şunu söyleyebilirim: Bayındır'ın ileri sürdüğü Al-i İmran, 140-142; Tevbe, 16; Hadîd, 25 ve benzeri ayetlerde geçen ilim/bilmek fiili Bayındır'ın yorumladığı gibi 'öğrenmek' anlamında değildir. Buradaki bilmek fiili, mesela Sâd, 88. ayette olduğu gibi görerek bilmek, müşahede etmek anlamındadır. Bunu şühûd/müşâhede yoluyla bilmek şeklinde anlamak da mümkün. Binaenaleyh bu ayetler, Yüce Allah'ın ezelde gayben bildiği şeyleri, vakti geldiğinde şühûd yoluyla bilmesinden söz etmektedir. İlgili ayetlerdeki esnekliği göz önünde bulundurmadan 'Allah ne yapacağımızı önceden bilmez, ancak biz yaptıktan sonra bilir' şeklinde genellemeye varmak sağlıklı bir okuma biçimi değildir.




Allah insanın ne yapacağını bilmez mi? (II)

Geçen hafta Abdulaziz Bayındır'ın 'Allah insanın gelecekte ne yapacağını bilmez' iddiasının aklî/kelamî gerekçesi üzerinde durmuş, tabiatıyla meseleyi kelam zemininde değerlendirmiştim. Bu hafta iddiasına gerekçe saydığı ayetleri değerlendirerek meseleyi somut Kur'an ayetleri üzerinden irdelemeye çalışacağım.

Daha önce de belirttiğim gibi Bayındır iddiasına mesned olarak Al-i İmran, 140-142; Tevbe, 16; Hadîd, 25. ayetleri gösteriyor. Bu konuda benzer anlatıma sahip başka ayetler de var. İlgili ayetlerdeki ortak ifadede, Yüce Allah'ın insanların işlerine dair bilgisi ilgili işlerden sonra oluşuyormuş gibi görünüyor. Bir bakıma 'siz yapın da Allah bilsin' buyruluyor. Mesela bu ayetlerden birinin meali şöyle: 'Yoksa Allah içinizden cihad edenleri ve sabredenleri bilmeden (görmeden) cennete gireceğinizi mi sandınız?' (Al-i İmran, 142)

Bayındır bu ayetlerden düz mantıkla şu sonucu çıkartıyor: Yüce Allah henüz cihad olmadan kimin cihad edeceğini bilmez. Ne zaman cihad olur biter, ancak o zaman kimin cihad ettiğini bilir.

Bayındır ilgili ayetleri ileri sürerek Yüce Allah'ın bilgisini sınırlayan bu son derece cüretli iddiayı ortaya atmadan önce kendisine şu soruları sormalıydı:

a- İlgili ayetler kesin ve net biçimde 'Allah insanların ne yapacağını bilmez' anlamına geliyor mu? Arap dili ölçülerinde bu ayetleri başka türlü anlamak mümkün değil mi?

b- Kur'an'da doğrudan Yüce Allah'ın ilmini konu edinen ayetler nelerdir? Bu ayetler iddiamı destekler mi?

c- İlgili ayetlerden böyle bir sonuç çıkardığımda başka ayetlerle çatışmış olur muyum? Bu konuda Kuran'ı yeterince inceledim mi?

Bayındır bu soruları pek önemsemiş görünmüyor olsa da sağlıklı bir okuma yapabilmek için bu soruların cevaplanması gerekiyor.

İlk soru; geçen yazıda da işaret ettiğim gibi ilgili ayetlerde yer alan bilmek fiili önceden bilinmeyen bir şeyi bilmek yani 'öğrenmek' anlamında değildir. Dolayısıyla bu ayetlerden Yüce Allah'ın ilgili hususları önceden bilmediği sonucu çıkartılamaz. Buradaki bilmek fiilini 'öğrenmek' dışında başka manalar düşünerek de anlayabiliriz, buna hiçbir engel yok. Mesela buradaki bilmeyi görmek diye anlayanlar olmuştur. Bilmek, görmek ve şahit olmak gibi fiiller birbirlerine yakın anlamlıdırlar. Arap gramerinde de ortak fonksiyona sahiptirler ve zaman zaman birbirlerinin yerlerine kullanılırlar. Söz gelimi Fil suresinin ilk ayetinde geçen 'Rabbin fil ashabına ne yaptı, görmedin mi?' cümlesindeki 'görmek' fiili 'bilmek' anlamında kullanılmıştır. Efendimiz Fil hadisesinden yaklaşık iki ay sonra dünyaya geldiğinden bu hadiseyi görmemiş, ama her Arap gibi görenlerden dinleyerek bilmiştir. Burada nasıl görmek fiili bilmek anlamındaysa konumuzla ilgili ayette de bilmek fiili görmek anlamındadır. Dolayısıyla ayetin manası, 'Allah sizden cihad edenleri ve sabredenleri görmedikçe…' şeklindedir. (Râzî, et-Tefsiru'l-kebîr) Dolayısıyla bu ayetler insanların ne yapacaklarını da içine alan ilahi bilginin ezeliliği prensibiyle çelişmez.

İlgili ayetlerdeki bilmek fiilini 'müşahede yoluyla bilmek' şeklinde anlamak de mümkün. Önceden sadece hakkındaki haberler aracılığıyla bilinen bir şeyi daha sonra bizzat görerek/müşahede ederek bilmek mümkündür. İkinci bilme birinci bilmeyi geçersiz kılmayacağından ilgili yerlerde Bayındır gibi 'önceden bilmiyordu, yeni bildi' diye düşünmek yersizdir.

Meşhur Arap dil ve edebiyatçısı İmam Nehhâs ilgili ayetteki bilmek fiiline bu anlamı verir. Bunun da Kur'an'da birçok örneği vardır. Mesela Enam, 67; Nahl, 55; Sad, 88. ayetlerdeki bilmek fiili bu anlamdadır. Bu ayetlerde kâfirlerin ölüm ve sonrasıyla ilgili haberleri yakında bilecekleri belirtilerek bir tür tehdite yer veriliyor. Kâfirlerin yakında bilecekleri belirtilen ilgili haberleri daha önce peygamberler kendilerine bildirmiş, bu konu hakkında yeterince bilgi sahibi olmuşlardı. Nitekim hiçbiri Yüce Allah'ın huzurunda 'biz bilmiyorduk' diyerek kendilerini mazur gösterme hakkına sahip değil. Buna rağmen Kur'an 'yakında bileceksiniz' diyor. Demek oluyor ki burada Bayındır'ın anladığının aksine önceden bilinmeyen bir şeyi yeni bilmek/öğrenmekten değil, önceden işitme yoluyla/gıyaben bilinen bir şeyi, daha sonra ayan beyan, müşahe ederek bilmekten söz ediliyor.

Konuştuğumuz ayetlerin tefsirinde İmam Matürîdî de bu anlamı tercih eder. Şu halde bu ayetler Yüce Allah'ın ezelde gayben bildiği cihad ve sabr edenleri, cihaddan sonra müşahedeyle bileceğini belirtmektedir. (Nehhâs, Maâni'l-Kur'an; Matürîdî, Tevilât'ül-Kur'an) Ezeli olan birinci bilgidir, ikincisi birincisinin taallukudur ve hadistir.

Tefsirlerde ilgili ayetlerdeki bilmek fiiline 'seçip ayırmak', 'insanlara bildirmek' gibi başka anlamlar da verilmiştir, ama söz uzamasın diye bunlara girmiyorum. Özellikle yukarıda yer verdiğim anlamlar gerek Arap dilinin verileri bakımından gerek Kur'an'daki diğer örnekleri bakımından gayet tatmin edicidirler. Bayındır'ın bu seçenekleri görmezden gelerek bilmek fiiline doğrudan öğrenmek anlamı vermesini peşin hükümlülükten başka bir şeyle izah edemiyorum.

İkinci soruya gelince, Yüce Allah'ın ilmine dair böyle iddialı bir söylem ortaya atan birinin asıl öne alması gereken ayetler, esmâ-sıfat ayetleri sadedinde ilahî ilmin kuşatıcılığını bildiren ayetler olmalıydı. Burada rakamlarını veremeyeceğim kadar çok olan 'Allah her şeyi bilir' ve 'Allah her şeyi kuşatmıştır' mealindeki ayetleri sadece hatırlatıp geçiyorum. Bayındır'ın bu ayetlerdeki 'herşey'e sınır getirebilmesi için elinde ileri sürdüğünden çok daha açık ve kesin deliller olması gerekirdi.

Sadece bunlar değil, insanın gelecekte ne yapacağı/ne olacağı hususu gaybdır ve Allah'ın gaybı bildiğini ifade eden ayetler (Örnek için bkz., En'am, 59; Yunus, 20; Neml, 65) bu hususun da ilahi bilginin sınırları dahilinde olduğunu göstermektedir. Hatta bazı ayetlerde gaybın bütün çeşitlerine işaretle Yüce Allah'ın 'gaybleri' bildiği ifade edilmektedir. (Maide, 109)

İnsanın ne yapacağı/ne olacağı hususunun gayb olduğu bir başka ayette şu şekilde ifade edilir: 'Allah, müminleri (şu) bulunduğunuz durumda bırakacak değildir; sonunda murdarı temizden ayıracaktır. Bununla beraber Allah, size gaybı da bildirecek değildir.' (Al-i İmran, 179)

Ayetteki son cümle aramızda kimin temiz kimin murdar olduğu hususunun gayb olduğunu gösteriyor. Demek oluyor ki, ileride işleyeceği günahlarla murdar olduğu ortaya çıkacak olan kimseleri Yüce Allah daha baştan biliyor. Ama Bayındır'a sorarsanız Yüce Allah bu kimseleri baştan bilemez, çünkü bu ilahî adalete gölge düşürür.

Hatta Bayındır sırf bu gerekçeyle Mekke'de indiği rivayetlerle ve ittifakla sabit olan Tebbet suresinin Ebu Leheb'in ölümünden sonra yani Medine'de nazil olduğunu söyleyerek tarihte bir ilk olmayı başarmıştır. Oysa erken dönem siyer kitapları, Ebu Leheb'in karısı Ümmü Cemil'in bu sureye hiddetlenerek eline taş alıp Efendimiz'i aradığını, bu sırada Kabe'nin yanında Hz. Ebubekir'le karşılaştığını, ama mucizevi biçimde onunla beraber oturan Efendimiz'i göremediğini anlatır. (Sîretü İbn-i Hişam)

Bu arada Bayındır'a sormak lazım, Ebu Leheb'in Bedir'den sonra öldüğü kaynaklara geçmiş. Buna dayanarak Tebbet suresi Medine'de nazil olmuştur diyebiliyorsunuz. Ama gözden kaçırdığınız bir nokta var; aynı surede hanımı Ümmü Cemil'in de cezalandırılacağı anlatılıyor. Size göre ilahi adalet gereği surenin sadece Ebu Leheb değil, Ümmü Cemil'in de ölümünden sonra nazil olması gerekir. Peki, Ümmü Cemil ne zaman ölmüştür? Buna dair kaynaklarımızda bilgi yok. Bu şu demek, Ümmü Cemil'in Efendimiz hayattayken öldüğünden emin değiliz. Sizin belirlediğiniz ölçüte göre Ümmü Cemil'in ne zaman öldüğünü tespit etmedikçe Tebbet suresinin Efendimiz hayattayken inmiş olduğundan, bir diğer ifadeyle Efendimiz'e inmiş bir sure olduğundan emin olamayız.

Burada sadece örneklerine yer verdiğim bu ayetlerle Bayındır'ın iddiası yan yana getirildiğinde bir çatışma olduğu açık. Bayındır'ı bilmem, ama onun görüşlerinden etkilenen kimseler varsa bu tablo karşısında bir seçim yapıp çelişkiyi aşmalılar.

Üçüncü soruya gelecek olursak, aslında yukarıda yer verdiğim ayetler bu soruya da büyük oranda cevap teşkil ediyor. Bunlara Bayındır'ın hesaba katmadığı başka ayetler de ekleyebiliriz. Mesela Tevbe suresi 94, 95 ve 96. ayetlerde; keza Fetih suresi 11 ve 15. ayetlerde Yüce Allah münafıkların/bedevilerin ne yapacaklarını, ne diyeceklerini çok net biçimde önceden bildiriyor. Bayındır'ın iddiasıyla uzlaştırılması mümkün olmayan bu ayetler, iddianın yeterli bir Kur'an okuma faaliyetine dayanmadığını gösteriyor.

Sonuç, hadisleri ve birçok itikadî meseleyi Kur'an namına reddeden bir ilahiyatçının böyle esaslı bir konuda Kur'an'la kurduğu temas buysa durum sandığımızdan daha da vahim görünüyor.

Bayındır'ın bu son çıkışı şu acı gerçeği tekrar gözler önüne seriyor, Kur'an'a ferdî ya da ideolojik ön yargılarla yaklaşanlar, bir şeyi yaparken diğer birçok şeyi yıktıklarının farkında değiller. Mesela gereksiz bir işgüzarlıkla kader meselesindeki mevhum problemi çözeceğim diye önüne çıkan ilk birkaç ayetten tantanalı söylemler üretenler, bunu yaparken Allah'ın yüceliği, ulûhiyeti ve genel olarak tevhid ilkesinin sınırlarını çiğneyen ölçüsüz yorumlara saplanabiliyorlar. Hümanist kader anlayışı uğruna tevhid ilkesiyle çok rahat karşı karşıya gelebiliyorlar. Oysa düne kadar sûfî çevreyi tevhid gerekçesiyle şirkle itham edenler de yine kendileriydi.

Ayrıca ortada açık bir usul yanlışı da var; Yüce Allah'ın ne olduğunu, saf bir idrakle doğrudan vahiyden öğrenmek yerine, bizim ne olmamız gerektiği ilkesiyle belirlemeye kalkışıyorlar. Gerçekte Yüce Allah'ın ne olduğundan çok bizim ne olduğumuzla ilgili olmalılar ki, özgürlüğümüz gerekçesiyle Yüce Allah'ın ilmini sınırlamakta bir beis görmüyorlar. Ama bizim ne olmamız gerektiği sorusunun cevabına neyin kaynaklık ettiği hususu son derece muğlak. Vahiy mi, modern paradigma mı, bu konuda hala tatmin edici bir cevap verebilmiş değiller.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder